Mood Player

29 Nisan 2015 Çarşamba

Medyum Memiş ve Medyum Keto Kavgası

Bugün çok derin bir konu ile karşı karşıyayız sevimsizler. Ona göre gelin. Dehşet şeyler olacak, karışacak burası. Kabul mü?

Öyleyse hoş geldiniz. Selam olsun nostaljiyle atan tüm kalplere. Şu an sanki seçim konuşması yapıyormuş gibi coşkuluyum. Adeta içim içime sığmıyor. Çünkü bugünkü konumuz efsaneleşmiş bir olay. Bu yazıya o yüzden böyle başlıyorum. Hatta "Tonight we dine in hell!" diye haykırmamak için zor tutuyorum kendimi. Bugün güzel yurdumuzdaki en büyük medyum savaşını ele alacağız arkadaşlar. Döneme ilişkin birçok can alıcı detay barındıran, herkeslerin belleğinde az da olsa yer edinen o muhteşem savaş.

Şimdi bilirsiniz ki bizim ülkemizde üfürükçülük, medyumluk, kırıkçı-çıkıkçılık çok çok saygı gören meslek(!) türleridir. Hani bir doktordan, bir mühendisten, bir öğretmenden bile çok daha fazla saygı duyulur halk gözünde. Bu sosyolojik krampı irdelemeyeceğim tabi ki. Zira böyle gelmiş böyle gider artık buna alışın. Bu ülkenin bu cehaleti asla değişmeyecek. Nasıl ki eskiden üfürükçülük, hocalık, çok matah mesleklerdi dediğimiz gibi, zamanla onların yerini hafif çağdaşlaşmış ve ileriye dönmeye çalışan toplumumuzla beraber medyumlar aldı. Kimler döküldü ortalara kimler. Evlerinde basılanlar mı dersiniz, ahlaksızlıktan tutuklananlar mı dersiniz neler gördü bu gözler, bu ülke. Ama içlerinde asla unutulmayan, bunca zaman bile geçse hala şakalara bile konu olan iki muhterem zat vardır ki, onların yerleri apayrıdır. Evet, Medyum Memiş ve Medyum Keto'dan bahsediyorum. Şu isimlerin güzelliğine bakın ya...Yani buradan bir olay patlamaması normal mi sizce? Patlamasa yazık olurdu zaten. Ama bu derece hayatımıza gireceğini tabi ki kimseler kestiremiyordu.

1994 SENESİNDEN BUGÜNE

90'ların ilk yarısından itibaren ülkemizde şarlatanların sayısı çok artmış gibiydi. Ama esas olarak durum şuydu ki, hali hazırda zaten çok fazla olan bu tip kimseler belli reality programları, haber merkezlerine yapılan şikayetler ve nispeten bilinçlenmiş insanlar sayesinde daha ayyuka çıktı. O kadar ayyuka çıktılar ki hayatımızın bir parçası haline geldiler diyebiliriz. Masum insanları kandırmalarını geçtim, insanların psikolojileri ile oynamaya başlamışlardı artık. Herkes çareyi medyumlarda arar olmuştu o zamanlar. "Sanki şimdi farklı mı lan ayıboğan?" diyeceksiniz. Haklısınız kardeşlerim. Hatta şimdi daha da bok durumda ortalık. Ya inanır mısınız, yok o burç amuda kalkarsa hayatınızı böyle yaşayamazsınız dediler diye öyle yaşamayan insanlar var. Ben gerçekten anlamıyorum bu işleri. Ama konudan da kopmak istemiyorum. Zira dedim, Titanların Savaşı bile bok yemiş bu savaşını yanında.

Bu tür olaylar dalga dalga yayılır genelde bilirsiniz. Önce ufak sürtüşmelerle başlar. Sonrasında kavga, kıyamet taraflar birbirine girer. En sonunda da iş belli belirsiz bir yere bağlanır ve mevzu unutulur gider. Ama biz unutamadık. Çocukluğumuzun kavgası olarak kaldı belleklerimizde anasını satayım. Her akşam ana haber bültenlerinin gediklileri oldu bu mesnetsiz pezevenkler. Her yemek saati bir tane medyumun basılmasını izler hale geldi bu milleti. Taşı kaldırsan altından şarlatan çıktı. Köşeyi dönsen saf ama geri zekalı insanımızı sömüren bir şark kurnazı haberi. E millet de kafayı yedi tabi. Hatta yazının ileri ki bölümlerinde değineceğim gibi dönemin kara mizah skeçlerine konu bile oldu olaylar. Şimdi yeterince o 90'lar kasvetini yarattıysam üzerinizde, hadi Arif başlayalım... 

1994 yılının başlarında bu medyumculuk işleri iyice almış başını giderken iki isimden söz edilir oldu. Medyum Memiş ve Medyum Keto. İnsanlar bunları şeyh yerine koydu adeta. Kimileri dertlerinin bir çaresi olarak gördü, kimileri büyü yaptırmak için üstlerine çullandı falanlar filanlar. Güya ikisi çok başarılı olduğu için insanlar tarafından bu derece ön plana atılmışlardı. Ve pek tabi sevgili sevimsizler, iki cambaz bir ipte oynamaz derler öyle değil mi? E kim daha iyi tartışmaları tez elden çıkıverdi dolayısıyla. Çok sert başladı bu tartışmalar. Aynı sertlikle de devam etti. Genelde Medyum Memiş, en sert tavrı takınan olurdu bu demeçlerde. Medyum Keto ise her zaman daha alttan alırdı. Pek de konuşamazdı zaten, çabuk dolardı kaset. Genelde "yaaaani, yaaani" diye kilitlendiği için Memiş'e pek saldıramıyordu. Efenim sayın Keto'nun zamanında "uğradığı" söylendiğinden ortaya çıkıvermiş bu kekeleme durumu. Bence kendisine apayrı bir şirinlik katmıştır onu söyleyeyim. Zira ben bu tartışmada her zaman Keto'nun tarafını tuttum. Eğer bu "Face Off" ise Memiş John Travolta'dır onu bilin yani.

En sonunda bu iki medyum ve yanlarında iki medyum teyze daha bir tv programı için buluşturuldu. Velhasıl amaç aralarında problemi çözmek, ve engin bilgilerini, yüce benliklerini halk ile paylaşmalarıydı. Bok öyleydi. Amaç tabi ki de bir kıvılcımın anında aleve dönüşmesiydi. 2 gün sağ salim, kazasız belasız giden programın 3.gününde bu amaca ulaşıldı tv yöneticileri tarafından. Peki savaş baltaları nasıl çekildi, ne oldu da Memiş, Keto'ya "Fist of Az Turrasq" yaptı. Buna gelelim:

Tarih 19 Şubat 1994. Maltepe'de bir stüdyo. Hepten alevlenen medyumluk tartışmasında artık havada öyle bir elektriklenme oluyordu ki, gözle görülür seviyelere gelmişti bu durum. Program esnasında kendisine söz gelen Memiş efendi şöyle bir beyanda bulundu: "Ve diyor ki gazete, manşetinde, Memiş tüm dünyayı şaşırttı diyor". Keto'da harika bir tonlama ile "Bugün de homoseksüel diyor." şeklinde giriyor lafa. Aslında az biraz da kaşınmıyor değil. Memiş bu lafın üzerine içinde fırtınalar kopartıyor adeta. Saniyelik bir irkilme baş gösteriyor. İşte kıyamet de zaten o anda kopuveriyor stüdyoda:
Fatality
Memiş, ilk darbeyi yapıştırdıktan sonra şoka giren Keto'ya vuruyor da vuruyor, vuruyor da vuruyor. Şimdi sevimsizler beni bilirsiniz. Ağzım azıcık bozuktur. Şu anda da dayanamayacağım. Biliyorum siz de beni böyle seviyorsunuz. Be orospunun sıçtığı Memiş, ulan senden daha kısıtlı, daha zor durumda olan bir insana böyle girişmek nedir? Bu yaptığını sapasağlam kaç kişiye yapabilirsin? Ah bir bana yapsan, ben seni götünden omuriliğine kadar yırtmaz mıyım? Neyse. Sonuçta tasvip etmiyoruz tabi. Son derece çirkin davranışlar. Çocukluğumdan beri üzülmüşümdür bu 9 babalı ibnenin bu adama yaptığına. Keto'nun tek tepkisi "Allah belanı versin senin...Salak!...Gerizekalı galiba" oluyor. Ulan adam sana Allahlama girmiş bu ne şirin bir tepkidir ya? Daha fazla sizi merakta bırakmadan o an ile buluşturayım:

https://youtu.be/Wby_SYLJYHQ

YARGI DÖNEMİ

Bu olaydan sonra ortalık iyice ısındığı için Keto, Beyoğlu mahkemesine şikayet dilekçesi verip, dava açmaya gidiyor. Onun yanında da o an Show TV, Sıcağı Sıcağına ekibi var. Anasını sattığımın psikopat programı her yerdeydi o zamanlar.
"Yaaaani Memiş'i mahkemeye verdim"
Olaylar Keto'nun bu girişiminden sonra daha da büyümeye, her akşam bize ana haber bültenlerinde daha da bu olaylara seyirci kalmaya mahkum etti. Tehdit edildiğini ve her geçen gün bu durumun fazlalaştığından yakınıyordu Keto. 
"Yaaani öbür bacağını da biz kıracağız yaaani ölüme hazır ol"
Bu arada sakın Keto'yu masum göstermeye çalışıyor gibi bir düşünce oluşmasın kafanızda. Emin olun Memiş kadar ondan da nefret ediyorum. Memiş'e saydırmamın tek nedeni bu durumdaki bir insana fiziksel şiddet uygulayacak kadar aşağılık bir at organı olmasından kaynaklıdır. Yoksa Keto'da insanların duygularını ve parasını sömürmüş, şerefsizin tekidir. Layığını bulmuştur bir yerde.

Daha sonra Keto'nun bir sabah camları kırılıyor ve yardımcısı dövülüyor. Kendisinin de o zamanlar Taksim'de işlettiği bir barı var. İsmi son derece kreatiftir dikkatinizi çekerim: "Keto Bar". Onu da göstereyim de hepten hortlasın belleğinizdeki görüntüler. Ehe.
Iğğaağ Taksim'de yeni mekan açılmış akalım mığğa
Amaçsız gençlerimizi, çük-inn yapmak için bekleriz. Gelin lütfen.

Keto, acılar içerisinde kameralara oynarken yine Memiş'ten şikayet ediyor. O gece bardan çıkarken bir araba tarafından takip edildiğini, en sonunda önü kesildiğinde arabadan inip "Ne var lan!" diye bağırdıktan sonra yanına gelen ağabeylerden birinin ona "Bırak bu işleri artık barışın" dediğini akabinde de ona bir tane patlattığını söylüyor. Yani yine dövüyorlar Keto'yu. Şimdi bu ne kadar doğru onu bilemiyoruz tabi. Keto dayak acıtasyonu da yapıyor olabilir. Türbe yeşili gömleği ile olanları böyle anlatıyor kendisi:
"O an bi tane bana vurdu"
Televizyonlardaki bu rezillik bu olaydan sonra yerini komediye bıraktı diyebiliriz. Bu iki müsveddeden de nefret eden insanlar buna prim vermediler daha fazla. Yine ufak tefek olaylar, benzer şarlatanlar oldu elbette ki. Ama inanın bu kadar hayatımıza giremediler. Gerçi 2000'lerin son yıllarına doğru, 3-5 sene önce bazı iğrenç, rezil kadın program sunucuları -adlarını anmaya gerek yok- tekrardan Memiş'i programlarına çıkarmışlardı. Bu tip kevaşeleri zaten bilen biliyor. O yüzden çok üstünde durmaya gerek yok. Tamamen pislik akan, halkı galeyana getirmekten, insanları söğüşlemekten zevk duyan karılardır bunlar. Gündüz kuşaklarını zehirlemeye devam ediyorlar günümüzde de.

Komik taraflarından bahsedecek olursak Levent Kırca'nın efsane kara mizah tiyatro/skeç programı Olacak O Kadar'da bolca güldük bu meseleye. Programın en formda, en muhteşem seneleriydi 90'lar. İnanılmaz yetenekli kadrosunu geçtim, olayları da öylesine güzel ele alıyorlardı ki gülmemek, bilinçlenmemek elde değil. Saygı duyulacak insanlar bunlar. Yaptıklarını, 20 sene öncesini izleyin ve bu ülkenin hala bir arpa boyu yol alamadığını, tam tersi geriye gittiğini kendi gözlerinize görün. Denemesi bedava. 1995 yılında ele almıştı Olacak O Kadar bu konuyu. Her izlediğimde öküz gibi gülerim. Onu da şuraya bırakıyorum. Mercimek köftesi veya salçalı ekmek ile iyi gider:

https://youtu.be/MEUgy5AvWiQ

Yazının sonlarına gelirken, işte bir dönemin nasıl geçtiğini hepimizin tekrar gördüğünü ve hatırladığını umut ediyorum. Saçmalıklarla dolu, herkesi manyak eden, ama bir o kadar da nostaljik bir olay. Yani size bir şey söyleyeyim, günümüzdeki rezilliklerden ziyade bunları tercih ederim herhalde. Ulan hiç değilse gülüyorduk. Şimdi halimiz zaten ağlanacak hal ama gülecek derman kalmadı zaten insanlarda. Neyse sevimsizler. Bir döneme ışık tuttuk birlikte. Ne kavgalar geldi geçti ama pek azı bunun kadar iz bıraktı o tozlu yıllarda. Gitmeden önce biraz gerildiyseniz şayet bu gerginliği kırmak, gerilmediyseniz de biraz daha tebessüm ettirmek adına size Keto'dan bir şarkı ile veda ediyorum:

https://youtu.be/cz6nWcUtlSg

Oh be.

Haydi kalın sağlıcakla!

23 Nisan 2015 Perşembe

Throwback Thursday: Anlamsız Show TV Jenerikleri ve Etkileri

Selamlar olsun gencolar!

Keyifler nasıl? İyidir iyidir. Neredeyse Mayıs ayına gireceğiz ama hala kışı yaşamamıza rağmen iyidir diyelim iyi olsun değil mi? Bende de bildiğiniz gibi. Çok şükür diyelim sevimsizler. Bugün günlerden yine bir Perşembe ve yine bir throwback ile huzurlarınızdayım. Hem de ne throwback...

Bugünkü konum sevgili Mordor'lular, Eskiden çoğumuza psikolojik gerilimler yaşatmış, çoğu zaman ne olduğu konusunda sabit bir fikir bile edinemediğimiz ama bir o kadar da benliğimizde yer edindiğini düşündüğüm, bu dünyadan olmayan Show TV jenerikleri. Belki şu anda kulaklarında duyanlar vardır o rahatsız melodileri. Ciddi anlamda kimin yaptığını merak ettiğim, hangi kafalardan çıktığını hala ara ara düşündüğüm o güzide melodiler...Hani çok sevgili üstad Kemal Sunal'ın "Korkusuz Korkak" diye bir filmi vardır. İzlemeyen varsa zaten hemen terk etsin burayı. Hem nostalji diyoruz hem o film izlenmemişse vallahi işimiz var. Mülayim'in doktor ile olan diyaloğunda "Ne yani ölecek miyim şimdi?" diye sorduğu anda bir melodi girer. Tam yarılmalıktır zannımca. Sevgili Okay Temiz'in "Denizaltı Rüzgarları" isimli parçasıdır. Heh işte, Show TV'nin 90'lardaki jenerikleri de benim için hep bu tatlarda oldu. Tamam bir İlhan İrem klibi kadar sürreal olamadı belki ama yine de ona çok yakındı be.

Televizyonculuğun şimdiye nazaran çok daha güzide, çok daha elle tutulur bir meslek olduğu zamanlardan kalma bu jenerikler bence hala oldukça değerli. Bakmayın konuya espri ile yaklaşıyorum ama şu an bahsettiğim şeyde şekersiz bir çay kadar ciddiyim. Şimdi olmaz olası, televizyon sektörünün tamamını sikerten RTÜK adlı kuruluşun, bu denli sapıtmadan önceki zamanlarda yayıncılıkta daha güzel şeyler oluyordu ve bu jeneriklerde farklı bir tat veriyordu işe. Bunu herhangi bir konunun muhatabına bile sorsanız emin olun o da size böyle böyle diye anlatır. Ee sonuçta babadan atadan televizyoncuyuz. Ehe. Neyse işin editöryal kısımları bana kalsın, vaazı da keselim de azıcık eğlenelim değil mi?

İçlerinde en oynak olanı ile başlayalım mesela. Türk Sineması isimli jenerik. Hafif fıkırdamalı, düm-tekli bir melodisi vardı. Sırf bazen bunun sesini duyduğumda TV'ye koşardım ne başlayacak acaba diyerekten. 
Genelde Kemal Sunal ustanın filmleri başlardı arkasından
Artık biliyorsunuz büyük ulusal kanallarımız malum kuruluştan ceza yemediği sürece belgesel yayınlamıyor. Gerçi o eski cezalarda kalmadı. Yoksa şu an 1-2 kanal hariç hemen hemen hepsinin o bilindik kanal kapatma yazısıyla kapanması gerekirdi. Reklam kuşakları 45 dakikayı bulmaya başladı artık. Ama eskiden böyle güzellikler de vardı:
Gecenin bir vakti size eşlik eden güzel bir belgesel
Güneri Civaoğlu herkesi cam bir odaya kapatmadan önce de yurdumuzda pek güzel söyleşiler yapılıyordu. Son derece kültürlenebildiğiniz, kendinize bir şeyler katmak için veya sevdiğiniz, topluma mâl olmuş insanları tanımak adına. Onunkini de baya severim komik gelir:
Dububudubudutıs
Son olarak en babasını bırakıp kaçıyorum. Benim aklımda en çok "Deli Yürek" dizisi ile kalmıştır bu jenerik. Ama sizin aklınıza Küçük İbo'nun bile dizisi gelebilir hiç fark etmez. Her türlü canım ciğerimsiniz yeter ki hatırlıyor olun:
Haydraninnaaa...
Ha bir de, daha spesifik olarak hatırlamak isteyenler için linki bırakıyorum. Dinler dinler gülersiniz belki diye: https://youtu.be/lPcJQwLFo5s

İşte yayıncılığın şimdiki kadar ayağa düşmediği, gereksiz kuruluşun bugünkü kadar sektörün anasını ağlatmadığı, samimi şeylerin ekranda olduğu o güzel yıllardan bir bukle canlandırmak istedim belleklerinizde. Şimdiye nazaran bana oldukça ileri geliyor ne yalan söyleyeyim. Siz değilseniz bile ailenizde televizyon izleyenler elbet vardır. Arada bir gidin bakın olma mı? Kaç dakika reklam izliyorlar mesela? Ya da siz onları yanına her gittiğinizde reklama mı denk geliyorsunuz? Yeminle söylüyorum eskiden başında oturmaktan çok zevk aldığım bu gavur icadını nefret ettiğim bir hale getirdiler. Dramaların haline hiç girmeyeceğim bile. Ama işte kulaklarda bu jenerikler tıngırdarken durumlar böyle değildi sevimsizler. Çok daha nezih bir ortam vardı. Tamam kimi zaman fazla samimi olmuş olabilir (Sıcağı Sıcağına) ona lafım yok. Ama varsın o kadar da olsun. Emin olun şimdi gündüz kuşağında aleni yapılan pezevenklikten bile çok çok daha iyidir inanın. Her neyse sinirlenmeden bitiriyorum. Paylaşan arkadaşa da bol bol sevgi ve selamlar. Eline emeğine sağlık diyorum. VHS olmaları bile yeterince değerli olduklarını gösteriyor zaten. Evet arkadaşlar "geriyeattık" mı, attık. O zaman ileriye devam diyelim. Hepinize kucak dolusu ne istiyorsanız ondan.

Görüşmek üzere!




21 Nisan 2015 Salı

Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Gulyabani Üzerine

Merhabayın arkadaşlar. Nasıl gidiyor?

Havalar ısınmaya başladı yavaştan değil mi? Şahsen bir yaz insanı olarak son derece mutlu ve memnunum bu durumdan. Kışı sevmiyorum anasını satayım. Kış gibi kış olmuyor çünkü. Yağmur, çamur ve pislikten ibaret oluyor. O yüzden artık şöyle havalar iyice bir ısınsın da penguenler de artık üşümesin.

Havalar ısınınca ya da off günlerinizde neler yapıyorsunuz bilmiyorum sevgili Romalılar ama bence arada bir de kitap okumalısınız. Zira çok güzel kitaplar oluyor. Tabi tür de önemli nasıl seversiniz, ne seversiniz size kalmış. Şahsen ben korku, gerilim, fantastik, parapsikoloji, polisiye falan filan seviyorum. Mesela aşk romanı seviyor olabilirsiniz. Yok merak etmeyin hiç öyle laf sokmayacağım. Yeter ki kitap okuyun. Konusu falan sizin paşa gönlünüz bilir. Ben bugün başlıktan da anlaşılacağı üzere çok değerli bir kitap üzerinden yürüyeceğim ve hakkında yanlış bilinenleri birazcık ortadan kaldırmaya çalışacağım. Dolayısıyla yavaştan yola koyulalım bakalım.

"Süt Kardeşler" filmini bilirsiniz değil mi? Yeryüzündeki en güzel filmden bahsediyorum. Elbette ki bilirsiniz. Son derece efsane bir kadrosu, bir o kadar da efsane bir konusu vardır. Ama çoğu insan bunun birebir olarak Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan alındığını düşünüyor. Şunu belirteyim ki bu durum tamamıyla yanlış. Yani Hüseyin Rahmi'nin "Gulyabani" isimli kitabı film ile tıpatıp aynı değil. Çoğu insan bu gaflette maalesef. Ben şu an yazıyı okuyanlara gaz lambası ışığında gerçekleri göstereceğim. Rahat olunuz o yüzden. Önce yazarımızı daha iyi tanımak, aşinâ olmak açısından kendisinin bir fotoğrafını paylaşalım.


Kendisinin Türk edebiyatı için ne denli önemli bir zât-ı muhterem olduğu konusuna girmeyeceğim. Zira onu da bir zahmet siz araştırın olma mı? Emin olun pişman olmazsınız. Aksine çok da güzel geçer vaktiniz. Şimdi romana inmeye başlayalım birazcık daha.

Bana kalırsa edebiyatımızdaki en iyi korku romanı Gulyabani. Hem de çok açık ara. Daha girişten sarıveriyor sizi hikaye. Tamamen içine çekiyor. Daha da ilerledikçe aklınızı alıyor, zıp zıp zıplatıyor satırlar arasında sizi. Soluksuz okudum gerçekten. Size de şiddetle öneririm. Peki bu son derece güzel roman nasıl ortaya çıkmış dersiniz? Korku romanı yazma fikri nereden belirivermiş çok sevgili Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın kafasında? Açıklayayım. Kendisinin, orta yaşlı bir hanımefendi okuyucusu ile mektuplaşmasından çıkıyor bu fikir. Değişik öyle değil mi sevimsizler? Biraz daha spesifik hâle getireyim de iyice konunun içine çekeyim sizi. Kısa olarak mektuptan bahsedeyim:

"Bey Oğlum!

Romanlarınızı seve seve okuyanlardan biri de benim. Hele bazılarını birkaç defa okudum. Şimdi de canımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Ama darılmayınız, bir iki şikâyetim var. Meşrutiyet ilân edileli beri daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken iş pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünüşümüz değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Alafrangalaştı. İnceldi.Bu değişme az çok sizin eserlerinizde de kendini belli etti. Eski hikayelerinizle yenilerini tasvir, tasarlama ve üslûp bakımından karşılaştırsanız bu farkı siz de görürsünüz. Birçoklarınca belki bu bir ilerleme eseridir. Ama bu konudaki bazı düşüncelerimi açıklamaya müsaade ediniz. Sizin. en büyük gücünüz, uzmanlığınız mahalle karılarını, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söyletmektedir. Milli ve gerçek bir felsefeyi bütün çıplaklığıyla satırlarda gösterirsiniz. Serde kocakarılık var. Bendeniz de en çok o çeşit tasvirlerinizden hoşlanır, zevk alırım. İşte sizden bu bilgisiz hanımninelerin sohbetleri çerçevesinde okunacak, yani bu tandır küllerini neşelendirecek bir hikaye yazılmasını rica ediyorum. İşte en büyük ustalığınız bu hikayede görülecektir. Çünkü ya masalı şimdiki romanlar arasında yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek ya da değerini düşürmeden özünü küçültmeden romanı masal derecesinde sadeleştireceksiniz. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşambakarası, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış olan kocakarılar hikayenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Rica bizden, yardım sizden. Baki, çok dualar, övgüler evladım.

Okuyucularınızdan bir hanımnine."

Mektubun kısa hali bu. Hüseyin Rahmi'nin muhteşem cevabını da bir zahmet kitabı alır okursunuz, orada görürsünüz. Ben sadece şu özeti de geçtikten sonra yazıyı bitireceğim. Nedir o özet pos bıyıklı kahya derseniz, şudur; size dedim ki film ile birebir bellemeyin bu romanın konusunu. Evet benzerlikler ama pek tabii. Ama bu öyle Şaban ve Ramazan'nın, yüce kumandanımız Hüsamettin ile maceraları şeklinde değil. Bir kere bizim ana karakterimiz bu romanda, Muhsine Hatun. Kendisinin İstanbul sınırlarında bir ücraya hizmetli olarak götürülmesi üzerine gelişiyor olaylar. Evet bir köşke götürülüyor. Ama filmdeki gibi Büyükada'da değil örneğin. Diyorum ya okudukça çok daha fazla zıtlıklar olduğunu göreceksiniz. Sadece demek istediğim şu sevimsizler, filmi dediğim gibi yeryüzündeki en iyi film. Buna güvenerek kitabı da böyledir diye okumamazlık etmeyiniz. Tabi bunu okumaya niyetli arkadaşlara söylüyorum. Mutlaka bu kitabın dünyasına girmeniz lazım. Öneri benden, uyup uymamak size kalmış.

Son olarak bu roman için TRT tarafından özel olarak hazırlanış son derece harika bir radyo-tiyatrosu var arkadaşlar. Onu da dinlemek ve çok eskilere gitmek isterseniz eğer, şuradan sağ dönüyorsunuz:

https://youtu.be/wAP41qu85-A

Şimdiden iyi dinlemeler.

Haydi görüşürüz!


16 Nisan 2015 Perşembe

Throwback Thursday: Kames Top

Selamlar olsun bütün nostaljiseverler!

Bugün havaların güzel olmasından mütevellit aklıma bu konu geldi itiraf ediyorum. Dizlerimin, oramın, buramın top oynarken yara içinde kaldığı güzel günleri düşündüm bir an. Mazoşist falan değilim tabi ki dağılmayalım. Oturduğum yerde hala dışarıda oynamayı unutmamış birkaç çocuk var. Bana şimdiki bebeleri düşündükçe çok ekstrem geliyor onları izlemek. Yani adamların elinde ne bir tablet, ne bir telefon var sonuçta. Bütün gün 3-4 kişi top oynayıp, birbirlerinin peşinden koşup, oyunlar oynayıp duruyorlar. Aferin çocuklar. Kendinizi ruhsuz aletler yerine kendi akranlarınızın oyunlarına teslim etmenizi alkışlarla karşılıyorum. İleride faydasını görürsünüz bunun. Her neyse.

Sokakta oynayanların aklına ilk gelecek şeylerden biride tabi ki "top". Şimdi top deyip de geçmeyelim sevimsizler. Bir top ne kadar iyiyse oyun o kadar güzel olabilir. Mesela plastik bir topla maç yapmak işkencedir. Vurduğunuzda top saçma sapan yerlere gidebilir, asla düzgün kontrol edilemediğinden kan davası tadında kavgalara sebep olur ve en önemlisi çabuk patlar. Kızlarla ortada sıçan falan oynuyorsanız bu top bir nebze iş görebilir ama mahallede bir Real Madrid kurmanıza asla müsaade etmez. Meşin toplar da zamanın pahalı oyuncaklarından olduğundan ve çevresel yıkımlara (yöneticinin camını kırıp papara yeme, yoldan geçen şanslı bir ebeveynin beynine nişanlama vs.) sebebiyet verdiğinden ancak belirli ağabeylerde olurdu. Yani Force'u öyle herkes kullanamaz arkadaş!

Peki geriye ne kalıyor? Aha da bu halk kahramanı kalıyor...

Dırırıttırıııııt!

İşte sonraki seneler çıkacak olan Fevernova, Roteiro gibi toplara alternatif olarak sokak çocuklarının elindeki en büyük cevher. Plastik gibi gözükse bile tam da plastik olmayan, özellikle soğuk havalarda muhtelif yerlerinize yediğinizde cehennem ateşi gibi yapan çocukluğumuzun efsanesi o top, işte bu top. Bu gözler bu toplarla ilgili neler gördü neler...Bir de bilenler bilir bu bir patlamadı mıydı mahalleye terör saldırısı düzenlendi zannederdi herkes. Öyle bir gürültüyle patlardı ki 10 dakika kimse konuşamazdı. Şunu da belirtmek lazım patlatması çok zordur bu şerefsiz topu. Genelde minik bir hale gelir hava kaçıra kaçıra. Öyle de gayet kullanışlıdır. Evde türlü sorunlar yaratabilirsiniz. Ben annemin resim tuvaline vole çekmiştim mesela. Sonrası çocukluğumun pek de hoşlanarak hatırladığım kısımlarında yer almıyor sevimsizler...

Dediğim gibi patlaması çok zordur genelde. Ben de nasıl şahit oldum bu olaya onu anlatayım; evim minibüs yolunda yakındı. Perşembe günleri pazar kurulacağı zamanlar haliyle kamyonlar pazar yerine yakın sokakları işgal ediyor. Bizim için güzel oluyordu gerçi saklambaç oynarken. Tırmanıp içlerine atlardık mesela. Her neyse bir akşam üzeri yine son derece önemli bir maç anıydı. Kan, gön yaşı, ışıklı ayakkabı, ne ararsanız vardı savaş alanında. Sokağa giren bir kamyonete doğru yuvarlanmaya başlamıştı Kames'imiz. Daha sonra kamyonun altında gözden kayboluverdi. Meraklı bakışlar birbirini süzerken "BAAAAAM!" diye bir ses yankılandı sokağın her yerinde. Sonrasında bir arkadaşımın "KAÇIIIIIN!" feryatlarını hatırlıyorum. Daha sonra Stalingrad'ın en içlerine doğru çekildik...Şaka bir yana cidden sağlam çıkarır. Kulaklarında hissedenler olmuştur belki.

Bugünkü "geriyefırlatma" konusu olarak (buna böyle derken çok gülüyorum niyeyse) önemli bir kilometre taşını daha geride bırakmanın gururunu yaşıyorum. Saygı duruşuna geçmeden önce bu topa yumurta topuk kunduralarıyla aşırtma vurmaya çalışan mahalle ağabeyleriniz gelsin gözlerinizin önüne olur mu? Yarın öbür gün selamlaşırken gülersiniz bol bol. Ya da öyle her şeye gülmeyin siz yine de. Ehe. Kendinize iyi bakın gençler.

Görüşmek üzere!

14 Nisan 2015 Salı

Komşularımız, Addams Ailesi

Ufak bir aradan sonra tekrardan selam olsun sevimsizler!

Malum hepimiz kendi çapımızda yoğunuz. Ben de pek vakit ayıramadım ama merak etmeyin, geri döndüm. Tekrar kaldığım yerden sizi nostaljiye boğmaya devam edeceğim. Hadi itiraf edin, hoşunuza gitmeye başladı değil mi? Arada sırada böyle eskileri özler gibi oluyorsunuz. Ve tam o anda salçalı ekmek tadı veren bazı şeyler cezbediyor benliğinizi. İşte aradığımız sinerji bu. Tebrikler civanmertler.

Komşularınızı sever misiniz? Yani biliyorsunuz eskiden komşuluk güzel şeydi. Mahalle baskısından falan bahsetmiyorum bakınız. Kafanız karışmasın. Böyle anneniz babanız yokken çatkapı gelen bir yemek veya bir tatlı, ne bileyim çocuğu varsa onunla oynadığınız oyunlar, ailelerinizin geçirdiği güzel vakitleri falan düşünün. Hani "aa bunun oğlu bunun kızının peşine mayın döşemiş" gibi pis şeylerden bahsetmiyorum. Bunlar sevimsiz, gereksiz komşular. Şahsen ben ne kadar gariplerse o kadar daha çok severim.

Kendi çocukluğumda da çok garip komşularım oldu vesselam. Örneğin kendi 160 kilo, bıyıklı köpeği ise şu minnacık olanlar var ya hani -ama harbiden minnacık, el kadar- onlardan olan bir Mehmet amcamız vardı. Ya da camına sürekli top attığımızda "Ulan beni pijamalarla dışarı çıkartmayın şerefsizler!" diye bağıran Faruk amcamız...Sonra 7. kattan kafamıza odun atan Ayten teyzemiz mesela. Bir sürü güzel renkler gördüğünüz gibi? İşte bu gibi garip ve kimi zaman sevimli komşular, haneler için söylenen bir söz vardır bilir misiniz? "Ulan Addams ailesi gibi manyak oğlu manyaklar" Heh. Bugünkü konumuz Addams Ailesi nam-ı diğer Addams Family. Ele almayı düşündüğüm ama güzel arkadaşlarımın istekleri üzerine ileri çektiğim bir konuya hoşgelmişsiniz dostlar. Isınma turunu attığımıza göre, yavaştan hareketleniyoruz...

Peynir diyin bakıyım

FARKLI OL CANIMI YE

"Kült film" tabirini bilirsiniz. Ve ayıptır övünmesi, hepsi nostaljik filmlerdir. Hani öyle yeni olup da kült olabilecek çok fazla bir film yok. Bir elin parmaklarını geçemiyorlar. Ama eskiye dönüp baktığımızda kültleri saymaya kalkarsanız pek bir çaba göstermeniz gerekir. Addams Family akacağız dedik ama. O yüzden bizim işimiz kolay oldu. Biliyorsunuz ki komedi oldukça zor bir daldır aslında. Özellikle ve özellikle beyaz perdede. Korkudan sonraki en zor dal olduğunu düşünmüşümdür her zaman için. Nasıl ki korku filmleri bir süre sonra "teen-slash" e kaçıp işi bozduysa, komedi filmleri de bir dönemden sonra yalpalamaya başlamıştı elbette ki. Biz bozmayan dönemine gideceğiz ama. 1964'e...

Bu sevimli mi sevimli ailenin ilk maceraları David Levy önderliğinde 1964'te gösterilmeye başlanıyor ve inanılmaz beğeni topluyor. Keza o dönemki toplumu ele alırsak eğer, gerçekten de takdire şayan durumlar var ortada. Hem de kim ne derse desin o güzelim vintage dönem için çok hoş bir soluk.

Daha sonraları asıl mevzu 1991 yılında (evet uzun bir süre sonra) kopuyor ve The Addams Family, Barry Sonnenfeld kadrajında film olarak karşımıza çıkıyor. Hayata Paramount Pictures'ın desteğiyle geçiyor. Başrollerinde Anjelica Huston (ki müthiş oynamıştır) ve Raul Julia olan film son derece tatlı bir film sevimsizler. Eğer ki izlemediyseniz, kesinlikle izlemeniz taraftarıyım. Daha sonra 1993'te The Addams Family Values adında bir de devam filmi var. O da izlenibilir, güzel bir film olmuştur zannımca. Eski komedi filmlerine sempatiniz varsa hele, mümkün mertebe kaçırmayınız derim.

Ha belki hiç film sevmiyorsunuzdur değil mi, öyle bir ihitmal de var. O halde sizi çocukluğumuzun güzide kanallarından Fox Kids'te, The New Addams Family adıyla yayınlanan dizisine de alabiliriz. Ciddi anlamda o da çok sevdirmişti kendini. Yalnız orada Wednasdayi oynayan kız bildiğin şeytanın kızı. Rahatsız ediyor beni ona göre izleyin derim.

Size pek fazla spoiler falan vermek istemiyorum esasında. Bu fantastik ve tatlı aileden çok ufak bahsedeceğim. Öncelikle karakterlerle başlayalım değil mi?

Morticia Addams: Gotik mi gotik, tangoyu pek seven, son derece aklı başında, eline oklavayı aldı mıydı kaçılacak delik aranması gereken evin anaç insanı

Gomez Addams: Bıyıklarıyla nice canlar yakan, evin direği, son derece güzel kılıç kullanan, karizmatik ağabeyimiz

Fester Addams: Son derece korkunç gözükse de bir o kadar naif, Bülent Ersoy ile hemen hemen aynı mal varlığa sahip olan evin emmisi

Debbie Jilinsky: Çok afedersiniz ırıspı mı ırıspı, kendi içerisinde pek enteresan niyetler barındıran, kötü niyetli dadı

Wednesday Addams: Bana göre ailenin en büyük rahatsızı, son derece psikopat görünümlü, ruhunu şeytana satmış, gülümsemekle arası pek iyi olmayan, her gördüğümde "seni küçük orospu" dediğim evin küçük kızı (daha sonradan bu karaktere özel bir dizi yapıldı)

Pugsley Addams: Sevimli şişkolardan, 5 sığır gücünde, kimi zaman parlak fikirlere sahip ama sakin, doğumuyla aileyi hoş bir telaşa sürükleyen evin küçük oğlu

Eudora "Granny" Addams: Evin değişik hatta pek de normal olmayan büyükannesi, aynı zamanda da kendisi bir cadıdır efenim

Lurch: Evin uzun mu uzun, bir denileni ikiletmeyen, milli piyango vursa kuşağında olmayacak, Frankenstein görünümlü yardımcısı

Thing: Evde her şeyle uğraşan, her şeyi kurcalayan, olur olmadık yerde biten, okeye dördüncü olması bile istenmeyen bir el. Evet o sadece bir el.

Gerçekten dediğim gibi bence izlemeniz taraftarı olduğum, son derece gülebileceğiniz sahneleri olan kült bir aile bu aile. Özellikle konunun fantastik oluşu belki de çoğunuzun ilgisini daha çok cezbedecektir kim bilir? Atmosferin son derece güzel işlendiği, kurgunun da vasatın üzerinde olduğunu düşündüğüm bir yapım olmuştur her zaman. Babalar gibi de nostaljik değeri vardır. Günümüz komedileriyle kıyaslayabilirsiniz elbette ama unutmayın ki dönemi düşünürsek The Addams Family gerçekten çok sağlam bir iş. Temelleri bu kadar eskiden atılmış olmasa belki de ben şu an bu yazıyor olmayacaktım. Tansu Çiller gibi konuştuğumu fark ettim. Belki de siz şu an fanı olmayacaktınız. Kimine göre çok tatlı kimine göre itici gelebilen bir ailenin maceralarını tekrardan tavsiye ediyorum size. İşte yazının başında bahsettiğim komşular gibi bunlar. Kimilerine çok tatlı gelirler kimilerine de çok gereksiz.

Bir de bunun çok güzel bir şarkısı vardır arkadaşlar. Şöyle size nihavend makamında söyleyeyim ister misiniz? Tabi ki isteyeceksiniz:

They're creepy and they're kooky,
Mysterious and spooky,
They're all together ooky,
The Addams Family!

Their house is a museum,
When people come to see em
They really are a scream
The Addams Family!


Vay be yazarak söylediğimde sesim çok güzel oluyormuş lan onu fark ettim gencolar.

Bir de bu aile için oyunlar yapıldı siz onları pek bilmezsiniz. Onlardan da bahsedeyim azıcıkın. Run and gun türünde olup hafif de adventure kokan Nintendo tarafından yapılan oyunlardı bunlar. Çoğul eki kullandım çünkü bildiğiniz seriden bahsediyorum. Gayet başarılı da bir ticari başarı sağlamıştır. Tıpkı sonraki yazılarımda bahsedeceğim "Home Alone" gibi.

Gomez baba elinde kılıçla yardırıyor

Evet siz değerli sevimsizler. Bugünkü konumuzun da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Umuyorum ileride Addams Ailesi gibi bir aileniz olur ve hiç sıkılmazsınız. Hem de çevremde bu tarz ailelerin olması çok işime gelir, eğlenceli olur. Sizinle ilgili yeterince iyi dilek diledim bence. Sizi hala sevmiyorum. Bir dahaki yazıda görüşene kadar kendinize iyi bakın,

Hoşçakalın!

3 Nisan 2015 Cuma

Köfteci Abbas: Inception

YOV ZABITA ENVER BIRAH YAHAMI YOV!

Ulan yazıya böyle de başlanılır mı? Kendim bile güldüm. Çocukken de gülerdim bu serzenişe. Selam olsun size sevimsizler. Koşuşturmacanız arasında buraya da vakit ayırabiliyorsanız sizi önce tebrik ediyor, akabinde de teşekkür ediyorum. Siz yine de şımarmayın. Havalar güzelleşiyor ya sanırım ondandır ki birkaç güzel kelam edeyim istedim. Neydi o öyle yağmur, yağmur, yağmur, yağmur, yağmur...

Şimdi bugün çok ilginç bir şey yapacağız? Hayır üçgen biçiminde birbirimize takmayacağız. (bkz. https://youtu.be/iRQG8VEA4kk) Aslında kısa bir yazı olacak bu. Sadece size yoğun temponuzda biraz gülümsetmek, azıcık da olsa kafanızı dağıtmak istiyorum.

Bücür Cadı diye bir dizi vardı hatırlar mısınız? Daha sonra blogda da bahsedeceğim Sabrina, Clarissa gibi yapımların ülkemize uyarlanmış hali. Uzaylı Zekiye'nin çok daha kötü bir oyuncu kadrosu ile bir tutam görsel efekt katarak ama aynı samimiyeti koruyan bir diğer türevi. Cidden güzel bir samimiyeti vardı. Mesela bana rakıyı sevdirmiştir bakın bu dizi. Şimdi arkadaşlar kendisi 20-25 dakikalık çıtır çerez bir yapım olduğundan mütevellit, okuldan geliş saatlerimde tıkınırken çok rast gelirdim buna. Yunus Bülbül ağabeyimizin oynadığı bir karakter var Köfteci Abbas diye. Başlıkta da sözü geçiyor zaten. Benim Türk dizi tarihi boyunca en anlam veremediğim, en mistik karakterlerden biri olmuştur kendisi. Tabi mistik olmak için illa birilerini çük çük çükmesi gerekmiyor öyle değil mi? Ya da ne bileyim şuh şuh flörtleşip "Bunu istediğine emin misin?" gibi laflar edip karşısındakini mal etmiyor. Daha iyi anlayacaksınız birazdan.

Çocukları güldürmek amacıyla yapılmış bu dizide Abbas karakteri işinde gücünde falan evet ama dedim ya rakıyı sevdirdi bana diye, bakın nasıl sevdirmiş onu anlatacağım şimdi. Abbas amca gecekonduda oturuyor. Zaten dizide ötelenmiş semtlerin birinde geçiyor. Bu Abbas oğlu Abbas (o kadar güzel bir isim ki hep söyleyesim geliyor) her gece bakkal amca ve ev sahibesiyle beraber gecekondunun bahçesine çilingiri kurup bir güzel demleniyorlar. İçtikçe içiyorlar anasını satayım. Günde sattığı iki yarım ekmek köfte ama akşama gelince rakılar mezeler gırla. Matematiğini de size bırakıyorum artık o işin.

Dedim ya bu konudaki amacım her ne kadar nostaljik de olsa sizi böyle 1-2 dakika güldürmek o kadar. O yüzden yavaştan konuya girelim. Şimdi gencolar bakın, burada da fikfik-i memnu kadar olmasa bile bir aşk hikayesi var elbet. Köfteci Abbas, mahallenin tatlı mı tatlı, ağzına kürekle vurulası gelen şeytanın kızı cadı Zeliş'in anası Şehriye'ye aşık. Şehriye diye isim mi olur demeyin, oluyor. Hakikaten ebesinin nikahı durumları var. Bak çok şey kaçırıyorsunuz. Ben sizi bir yerde uyarmış oluyorum ona göre! Ama Şehriye'ye bir türlü açılamıyor Abbas. Ağzından çıkan tek güzel sözler şunlar: "YOV ŞEKRİYEK HANIM YOV." Gerçekten...Hangi kadın bunları duymak istemez ki? Dolayısıyla Şehriye de Abbas'a boş değil. Günlerden bir gün o muhteşem olay patlak veriyor...

Türk dizi tarihinin en güzel kaza sahnelerinden biri olan ve Stanley Kubrick'in de yayınlandıktan sonra bizzat yönetmeni arayıp tebrik ettiği o inanılmaza sahne. Abbas'a köfte arabasının çarpması ve Abbas'ın o günden sonra rüyalardan rüyalara koşarak Şehriye'yi kurtarması ve aşk yaşamaları. Yeter bu kadar. Artık yavaştan size o inanılmaz anları göstermenin vakti geldi. LEZZGO THEN!
Abbas, Şehriye'yi arabasıyla gezdirmektedir
Düşen baharat kavanozunu yakalamak için atılır
Şehriye arabayı elinden kaçırır
Ve "O" an...
...
Her şeyin başladığı o an...
It's on.

Görüşürüz gençler!


2 Nisan 2015 Perşembe

Throwback Thursday: K'NEX

Hepinize selamlar olsun Spartalılar!

Bu gece cehennemde yiyoruz! Sert bir giriş yapayım dedim. Bodoslama daldım çünkü bugünkü konumuz nispeten naif ve sevimli bir konu olacak. Dengeleyeyim istedim o yüzden. Bir döneme damga vuran, hayal gücünün sınırlarının maksimum derecede zorlanabileceği bir oyuncak olan k'nex'ten bahsedeceğim sizlere. Yaaa işte böyle...(Yine Andy Anderson sesi)

Çocukluğumuzda hepimizin irili ufaklı, güzel çirkin, eski yeni birçok oyuncağı olmuştur. Bu oyuncaklar ananız babanız tarafından size alınanlar olabilir, bir büyükten size veraset edilmiş olabilir veya sokakta bulunmuş olabilir bunun pek bir önemi yok. Önemli olan konu; o oyuncağın size verdiği ve hissettirdiği duygulardır. Güzel zaman geçiriyor muydunuz? Cevap evet ise şayet, bitmiştir. Cevap hayır işe şayet, kabalaşabilirim. Ama hepimizin de bildiği ve tecrübe edindiği üzere oyuncakların da kendi içerisinde bazı durumları var. Bir Action Man, bir Barbie ya da ne bileyim bir araba ile belli başlı şeyler yapabilirsiniz. Action Man'in donunu indirip mahalledeki Barbie bebeklerin peşinden koşabilirsiniz mesela. Ne kadar kreatif öyle değil mi? Tövbeler olsun. Bu samimi lakırdılarımdan sonra tekrar devam ediyoruz.

Dediğim gibi belli başlı şeyler yapılabildiği oyuncakları bir kenara bırakıp, biraz daha yaratıcı olmaya ve hayal gücünü geliştirmeye yönelik olan oyuncakları düşünelim isterseniz. Legolar mesela. Ya da gazetelerimizin eskiden verdiği karton maketler, kovboy kasabaları, Kezban'ı giydirmece falan filan. Bu gibi oyuncaklara focuslanalım mümkünse zira konumuz da bu doğrultuda gidecek sevimsizler. Gerçi bilmem bilir misiniz veya yaptınız mı ama legonun atası da mandaldır. Evet, pek tabi. Baya bildiğimiz çamaşır mandalı. Bunun bile oyuncaksız ortamda ya da mevcut oyuncaklardan gına geldiği zaman ne derece görkemli yapılara neden olduğunu bir bilseniz...Şu şekilde temeli atılırdı genelde:


Olası bir Eiffel Kulesi'nin temeli

Bu arada hiç denememiş olsa bir denesin bence. Tavsiye ederim çok eğlencelidir. Benim bile bir şeyler yapasım geldi ama burada yazı yazıyoruz değil mi? Hemen adamı yoldan çıkarmayın. Şimdi birazcık daha derinlere inelim bakalım...

HAYAL GÜCÜ VE GELİŞİMİ HEDEFLEME

K'nex 1992 senesinin başında Amerika'da ortaya çıkıyor arkadaşlar. Hedef kitle olarak 5-12 yaş kitlesi seçilmiş ve pazarlaması da ona göre yapılmış ilk başlarda. Tabi dünyayı bu derece saracak, böylesine manyakça bir ilgi ile karşılaşılacağına pek ihtimal vermemişler. Oyuncak 2 ana parçadan oluşuyor. Dişli ve çubuk. Kafanızda bir soru işareti kalmaması için onu da göstereyim:
Bilin bakalım hangisi hangisi...Peh.

İnsanların reklamların da etkisiyle k'nex'e saldırmaya başlamasından sonra inanılmaz derecede bir pazara sahip oldu üretici firma. Ülkemize geldi bahsettiğim gibi. Hatta ve hatta güzide gazetelerimiz 3'er 5'er parça verirlerdi her gün bir tane alana. Ne elemanlar gördüm ben gazeteyi değil de oyuncak için pazarlık yapan. "Feridun amca al şu parayı oyuncağı var gazete senin olsun." Bakkal da çıkıp "E ONU DA BÖLÜYÜM." demiyor ve kırmıyor tabi.Bakın daha oynamadan hayal gücü gelişmeye başlıyor. Hemen kopillikler. Oyuncak öyle bir tutuldu ki K'Nex: The Lost Mines adı ile bir bilgisayar oyunu bile yapıldı adına.

Şimdi şunu demeye getiriyorum; oyuncağın ne kadar pahalı olduğu veya ne kadar janjanlı olduğunun bir önemi yok aslında. Zaten k'nex çok pahalı bir bok değildi. Biraz öteye beriye para koyan herkesin alabileceği bir şeydi. Tabi bunu aldıktan sonra ağabeyiniz, ablanız, anneniz, babanız ve ne kadar akrabanız varsa hepsinin salça olması da kaçınılmazdı. Günümüz çocuklarını düşünerek okuyun olur mu? Onların tek bildiği ve tek yaptığı şey tabletten, bilgisayardan oyunlar oynamak. Parmak kadar çocuk bile telefonu eline aldığı zaman tuş kilidini açıp kaydırmaya başlıyor. Ulan sanki doğuştan böyle doğuyorlar, upgrade edilmişler gibi. Sen daha konuşamıyorsun bile. Tek yaptığın şey altına sıçmak ve ağlamakken sen nasıl kaydırıyorsun onu eşşoğlusu?

Her neyse TBT dedik tadında kalsın. İşte zamane çocuklarını son derece eğlendiren, eğlendirirken gerek yaratıcılığı geliştirme, gerekse bir şeyler öğretme olarak k'nex'i tek geçmişimdir her zaman. Benim de vardı ve deli gibi oynardım. Bunları oynarak inşaat mühendisi, makine mühendisi olmayı küçüklükten hayal eden o kadar insan tanıyorum ki...Şimdi onlar da okuyunca havaya girecek bak. Girin tabi. Yakışır. Peki neler yapılıyordu bu k'nex ile? Ben zannımca tekerlek, bisiklet, araba, uçak falan yapabiliyordum. Ama yazının sonuna gelirken ben size bu oyuncakla yapılan "sanat eserleri"nden bazılarını göstereceğim. Ağzınızı açık bırakacaktır muhtemelen. Ama dedim ya insan yaratıcılığını sınırlarını deli gibi zorluyor diye. Aynen öyleydi. İşte şimdi burada..İyi lan iyi tamam sustum. ALIN! 
Lunapark
Tilt
Dönem arabası
Jet
Ejderha
Pickup
Roller Coaster

Ve bunun gibi daha birçok manyaklıklar...Örnekler hoşunuza gittiyse eğer internetten daha başka şeyler de bulabilirsiniz. Ciddi anlamda çok enteresan yapıtlar var. Ben gözüme hoş gelenleri derlemek istedim sizler için. Ama buradaki asıl büyük emek, tabi ki bunları yapan ellerin. Büyük saygı duymak lazım. Her neyse sevimsizler, zihinlerinizde güzel kıpırdaşmalara, oynaşmalara nede olabildiysem ne mutlu bana. Bir dahaki tozlu yazıda görüşürüz. Kendinize iyi bakın.

Hoşçakalın!


1 Nisan 2015 Çarşamba

FIFA 99 Devrimi

Merhabayın nostaljisever, pek sevgili ahali.

Keyifler iyidir diye umuyorum. İyi olmaya çalışın bir zahmet. Öyle her şeyden mutsuz olup, osuruktan nem kapmakla olmaz değil mi? Evet aslında pek de umrumda değil. Bugünkü konumun başlığına devrim ekledim farkındaysanız çünkü öyle gerekiyor. Viva La Revolucion! Ülke zaten karışıkken yanlış anlaşılmalara mahal vermeyelim. Başlığı okuyanlar zaten bu devrimi çoktan anladı bile. Hatta bir çoğu Ruhsar'daki patron Önder Bey sırıtışı yaptı. "Güzel günler göreceğiz güneşli günler" diyemiyorum ama sizi yine güzel günlere götürmeye çalışacağımdan şüpheniz olmasın. Zira bundan bir şüpheniz varsa sıfatınızda bir adet shoryuken patlatabilirim zevkle. Biraz kendimize geldiysek eğer, ortamı yavaştan ısıtmaya başlayalım. Şanzelize Alaattin'nin kafesi kadar sıcak bir ortam olsun değil mi? Tabi ki değil.

Denis Bergkamp desem kaç kişi haciz memuru gelmiş gibi uzaklara dalar buğulu buğulu?

Evet, Dennis Bergkamp. Yeryüzünde ayağına top değmiş olan en iyi AMC'lerden biri olan, Arsenal efsanesi o müthiş şahsiyetten bahsediyorum. Previously on AMC's Walking Dead değil. Attacking Midfielder Center olan AMC bu arada. Ama aklına direkt olarak şunu getirenler için bir yazı olacak bu daha ziyade...

Efsane...
DOĞRU TAKTİKLER İLE GELEN DEVRİM

Şu görüntüde mutabık isek eğer, devam edelim.

Sokakta oynayan dönemin çocuklarının gol attıktan sonra "Bergkaaaammp!" diye bağırışlarını kulağında duyanlar illa vardır. Nasıl bağırmasınlar ki? Böyle bir beyin, böyle bir yetenek ne sıklıkta gelir kahpe dünyamıza öyle değil mi? Ama şimdi insanoğlunun da hakkını yemeyelim, çok kıymetini bildik bu yeteneğin. Özellikle Highbury pek bir bağrına bastı kendisini. Şahsi kariyeri ile ilgili bilgileri çok merak ediyorsanız kendiniz bulacaksınız gencolar. Hatta biraz aklınız varsa oturur izlersiniz nasıl bir psikopat olduğunu. Günümüz futbolunda yere göğe sığdıramadığınız maymunlarla bir kıyaslama yaparsınız. Cevabını da artık kendinize saklarsınız. Hadi birazcık daha deşelim şu konuyu ulan!

Şimdi şunu söylemek istiyorum; PES tayfası hemen bu yazıyı terk etsin abicim. Hemen hemen. Hadi hadi hadi bekleme yapmıyoruz. Gittiler mi? Gitmişler. Hastası oluyorum bu PES'cilerin. Gidip sikindirik kafelerde 16 saat PES oynadıkları için FIFA'nın nasıl bir dünyası olduğunu bilmeyen çoluk çocuktan ibaret bunlar arkadaşlar. Dikkat ederseniz direktman PES'ci dedim. Fanatiklerinden bahsediyorum yani. Yoksa araya değişik bir tat olarak PES gayet de başarılı bir futbol oyunu olmayı başarmıştır. Benim de çok sevdiğim serileri var. PES 2010 gibi örneğin. Neyse o kuru kayısı gibi olan tayfayı gönderip baş başa kaldıysak biz devam edebiliriz rahat rahat.

Futbol oyunları, teknolojinin insan hayatına, mikropların Ayşe Teyze'nin çamaşırlarına nüfuz ettiği gibi nüfuz etmeye başladığından beridir var. Dönem dönem parmakla gösterilen oyunlar da oldu pek tabi. Commodore 64'te International Soccer, Amiga'da Sensible Soccer, NES'te Soccer, PS1'de Wining Eleven, PC'de FIFA olmak üzere piyasayı bu yönden parsellediler. Çok da güzel oldu. Tarifsiz anlar yaşatmıştır gamerlara ve abileriyle, büyükleriyle bu oyunlara sardıran nice insana. Ben tabi ki elimden geldiği kadar hepsinin üzerinde durmaya çalışacağım zamanı gelince. Ama bugünkü şanslı arkadaşımız, FIFA 99 oluyor.

GREAT SAVE BY...

FIFA serisini genel olarak ele alırsak eğer 95'teki oyunuyla ilgiyi oldukça üzerine çekmeyi başarmıştı. EA Sports'un desteğiyle yapılan bir çok oyun gibi o da dönemin ilerisinde gözüküyordu ve insanlara değişik bir soluk kazandırmıştı. Arcade salonlarında oynanması için bile versiyonları yapıldı daha sonradan ve onlar da çok tuttu. Bu başarısı FIFA için çok çok açık ara oturacağı o zirvenin ilk merdiveni idi belki de...96 ile beraber daha genel bir stadyum görüntüsüne döndü FIFA. Oyuncuların ağzının suyunu akıtan bir beklentiydi zaten bu ve gerçekleşti. Dolayısıyla bu hamlesi de yerinde ve başarılı olmuştu FIFA'nın. Piyasada artan rekabetten sonra EA Sports tayfası, seride yeni gelecek oyunun daha detaylı ve daha dinamik bir yapıda olacağını duyurmuştu bütün oyun severlere. Öyle de oldu. Her ne kadar pas tuşu olan "S"ye basılı tutarak depar atmak pek hoş olmasa da gerçekten çok büyük ilgi gördü Windows 95'i olan evlerde bu oyun. Artık çok ciddi anlamda bir fan kitlesi. Satış rakamları da FIFA'yı daha büyük işler yapmaya zorluyordu. Ve en sonunda merakla beklenilen, FIFA'yı zirveye fırlatan o müthiş oyun FIFA 98 geldi. Bir şeyler eksik havası veriyor olsa da tek "kapalı saha" modunun olduğu oyun olması bile başlı başına bu zirve için bir kilometre taşı olmayı başardı. Biz Türkleri ayrıca etkileyen bir durumda milli takımımızın oyuna dahil edilmesi oldu. Hakan Şükür için spikerin "Sukuğ" hitabını kullanması baya bir dillere dolandı hatta. Oyunun sahibi olan herkes sabahlara kadar milli takımı alıp, önüne geleni tokatlamaya çalıştı. Sadece milli takımların olmasını dezavantaj olarak sayan insanları da merak ediyorum, hayatlarında o kadar milli takımı bir oyunda gördüler mi acaba? Ama zaman yaklaşıyordu. Tyrael döndü ve dedi ki...Yok pardon. Zaman yaklaşıyordu...FIFA 99 ile koskoca bir devrim yapılacak, insanlar delirecek, doğan çocuklarının adını bile FIFA 99 koyacaklardı...

Öncelikle sizi şu efsane oğlu efsane intro ile baş başa bırakıyorum hepten moda girmeniz için:

https://youtu.be/7vUYRyVsL9I



Kanınız kaynadıysa, puanlar sarı masaya diyor ve tebrik ediyoruz! Bu oyun öyle bir geldi ki optimizasyon, oyun içi dinamikler, grafikler, gol sevinçleri, oyuncu reaksiyonları, customization ve aklınıza gelebilecek her şeyde yeni bir döneme geçti dünya diyebiliriz. Çoğu farklı oyun bile bu fizik motorundan ilham alarak hayata geçirildi.
Falso verdirmek

Bütün bu yeniliklerin yanı sıra en çok göze batanlardan biri de mevsimsel değişiklikler olmuştu. Açıkçası bir daha hiçbir FIFA oyunun da bu derece güzel göremedim bu değişiklikleri. Yağmur ve kar temaları son derece özenle hazırlanmış, son derece güzel bir şekilde oyuncuya sunulmuştu. Dönemin mütevazliği içerisinde cidden takdire şayan bir durum. Bir de çok akılda kalıcı bir ana menu vardı oyunda. Onu da şöyle bir hatırlayalım da tam olsun.
"God Within' - Raincry" eşliğinde...

Bilgisayarlar için alınan joystick ve gamepadlerde de satış patlaması oldu bu oyun ile birlikte. Benim de FIFA 99 ile ilk tanışmam Ankara'da bir soğuk bir '98 akşamı oldu. Kuzenimin evinde görüp aşık olmuştuk birbirimize. Uzun soluklu olacağı da belliydi hani. Gerek maç öncesi stadyumun görüntüleri olsun, gerek harika tribün sesleri olsun sizi zaten o atmosfere sokuyordu. Gol atınca bile halıfleksin üzerinde diz üstü kayası geliyordu insanın. Sonra o dizler tabi... Beşiktaş ve Galatasaray'ın olması da oyuna milletimizin ilgisini daha bir artırmıştı. El Fenomeno yani daha anlaşılır bir dilde söyleyeyim, asıl Ronaldo'da oyunda vardı ama lisansı alınamadığı için No.9 olarak geçiyordu. Introya da değinecek olursak stadyumda tek başına olan o civan mert, 8 sehemlik sığır gücündeki delikanlının da David Beckham olduğu rivayet edilir. Hatta herkese bu şekilde aşılanmıştır. 98'de başlayan mouse'u kim klavyeyi kim alacak kavgası da bu oyunla tatlıya bağlanmıştır. Nispeten insanları o futbol oyunu hastası yapan ve 90'ların başından itibaren bir saf edinmesini sağlayan dönemin sonunu çok güzel bir şekilde noktalamıştır. Daha sonra çıkan FIFA serisi özellikle 2000 de oldukça beğenilmiştir.

Evet sevimsizler. Net bir kıyaslama yapmak için yine de serinin bütün oyunlarına (99'a kadar olan) aşina olmanız gerektiği kanaatindeyim. Sizi güzel diyarlara götürüp, rövaşata çektirebildiysem de ne mutlu bana. Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle,

Eyvallah!