Mood Player

18 Ekim 2015 Pazar

Yeryüzünün En Güzel Filmi: Süt Kardeşler (1976)

Evvela selamlar!

Sizlere kucak kucak nostalji getirdim sevimsizler. Biliyorum baya bir ihmal ettim blogu ne kadar sövseniz haklısınız. Fakat inanın ki yoğunluktan hiçbir şeye vakit kalmıyor anasını sattığımın hayatında. Phantom Lancer gibiyim bu aralar. Ne kadar çoğalsam da sağa sola yetemiyorum. O yüzden bu sevgili, sıcacık mekanımızı da biraz göz ardı etmek durumunda kaldım. Ama hiç merak buyurmayınız hanımefendiler, beyefendiler; icabında arayı kapatacağız.

Bu yüzden bugün vurucu bir konu ile huzurlarınıza çıkayım dedim. Huzura çıkmak...Sanki Sibel Can halk konseri veriyor. Görün ulan ne kadar değerlisiniz.

Bir yıldızlar geçidi yaşayacağız bugün birlikte nostalji severler. Öyle bir geçit olacak ki bu istisnasız hepsi gönüllerde taht kurmuş, geçmişinizde bazen neşeli bazen hüzünlü zamanlara dokunmuş, ülkemizin en güzel hazineleri arasındaki insanlarla dolu bir geçit.

Tabi ki de Yeşilçam'ın hatta bu yerkürenin en güzel filmi Süt Kardeşler konumuz.
Şu afişin güzelliğine bakar mısınız?

ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECİ

Şimdi öyle bir kadro düşünün ki bir çırpıda sayabilirsiniz. Öyle isimler öyle karakterler can buldu ki bu filmde 100 yıl bile geçse parmakla gösterilip, başına çökülüp soluksuz izlenebilecek kapasiteye sahip. Kemal Sunal, Şener Şen, Adile Naşit, Ali Şen, Halit Akçatepe, Hale Soygazi, Dinçer Çekmez, Ayşen Gruda ve daha niceleri. Hepsine kendi çapımda tek tek değinerek onurlandırmaya çalışacağım hiç merak etmeyin. Bu insanlar o kadar değerli ki; benim yazacağım bu ufacık yazıya sığmaları mümkün olmasa bile her ortamda, her konuda övgüyü hak ediyorlar.

Türk sinemasının en önemli yapı taşı olarak gördüğüm çok sevgili büyük usta Ertem Eğilmez'in elinden çıkmış bu muhteşem klasik. Sadık Şendil'in katkıları ile büyük usta Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gulyabani eserinden uyarlanıyor hikaye. Bakın alıntılanıyor demiyorum. Bu bir uyarlamadır. Bunu zaten önceki yazılarımda blogda yazdım. Gulyabani adlı müthiş eser ile Süt Kardeşler arasında tabi ki bağlantı ve benzerlikler mevcut. Ama önceki uyarılarımı dikkate alıp kitabı okuma zahmeti içerisine girdiyseniz ne kadar farklı iki yapıt olduğunu görürsünüz. Hikayeler, karakterler bile tamamıyla farklıdır birbirinden.

1976 yılında çekimleri tamamlanmış, yapımcılığını da Ertem Eğilmez yapmıştır. Bizi gerim gerim geren o muhteşem konağa gelelim peki. Belki hala bilmeyenler vardır. Büyükada diyenler olabilir, değil. Hayır canım benim Caddebostan'daki köşk de değil. Israr etme. Reşat Paşa Konağı mı? Ne alakası var oha. Bu konak Yeşilköy'de bulunan Sokullu Konağı'dır. Bana soracak olursanız film için biçilmiş kaftan olmuştur. Gerçi şimdilerde restore edilip çok daha şirin ve modern bir görünüm kazanmış olsa da şahsen filmdeki eski halini tercih ederim.

Seçmeleri ile beraber son derece merakla beklenmeye başlanmış olan bu şaheserin süresi ise 80 dakikadır. Şimdilerde hep bok attığımız teknoloji sağ olsun remaster olarak da izleyebiliyoruz. İnkar etmeyelim orasını da değil mi? Güzel oluyor.

USTA VE USTA İLİŞKİSİ

Konunun başında da dediğim gibi resmen bir yıldızlar geçidi var filmde. Kimin yüzüne baksanız, oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz. Tabi bizim en çok aklımızda kalan sahnelere de değineceğim ama biliyorum ki onlardan başka bir sürü sahne aktı gitti hafızalarınızdan. Her sahnede bir usta var.

Bu kadar değerli insanlardan mıdır, eskinin halet-i ruhiyesinden midir yoksa tamamen benden kaynaklı mıdır, bilemiyorum ama filmin atmosferi de inanılmazdır. Size o dönemi çok güzel hissettirir. 1900'lerin başından bahsediyoruz sonuçta. Muhtemelen aramızda gören yoktur o günleri diye düşünmekteyim. Bu yüzden karşı tarafa geçişi çok önemli bir konu. Buram buram hissediyoruz bunu filmde. Özellikle de meşhur Gulyabani sahnelerinde. Tarkan'ın Viking Kanı'ndaki ahtapotu ile birlikte belli başlı çocukluk travmaları arasında yer etmiştir. Hele o müzik...

Bunca usta varken beklenti nasıl büyük olmasın?

YASEMİN! KALK BAK GULYABANİ GELDİ!

Filme müthiş eğlenceli bir giriş ile başlıyoruz. Bahriyeli eşrafı esas oğlanımız Kemal Sunal, can yoldaşı Halit Akçatepe ve bana göre Yeşilçam'ın en iyi karakter oyuncularından Dinçer Çekmez üçgeninde film sizi zaten esiri yapıyor daha ilk dakikalardan. Burada kitapla özdeşleşen durumdan bahsetmekte fayda görüyorum. Biraz spoiler vereceğim dolayısı ile canı isteyen sevimsizler hemen bir sonraki paragrafa zıplayabilirler. Ben uyardım. İçim rahat mı? Rahat. Hala kaçmadın ve okuyor musun? Benden günah gitti. Şimdi efendim şöyledir ki kitaptaki Gulyabani de filmdeki ile aynı amaçla kurgulanmış bir karakterdir. Fakat kitapta evin her köşesine bir şerefsizin dadandığını görüyoruz. Hani buradaki gibi pos bıyıklı kahya yapmıyor tek başına bütün işi. Çok daha organize bir olay örgüsü var. Kahramanların tamamen bambaşka olduğunu zaten söylemiştim. Kitap baş karakteri Muhsine Hatun olmak üzere 4 kadın etrafında dönüyor. Filmde efendi beye Melek Hanım'ın paraları lazım. Kitapta ise durumlar öyle değil. Spoiler dedik bokunu çıkartmayalım öyle değil mi? Bir sonraki paragrafta bizi bekleyen nostalji sever dostlarımızın yanına ışınlanalım. Hadiyin.

Süt oğlan Şaban kendisine süt annesinden gelen mektupları okuma yazma bilmediği için yoldaşı Ramazan'a okutur durur hep. Bir gün Ramazan, Şaban'ın süt kardeşi Afife'yi görür ve o anda kafasında Barry White - It's Only Love Doing It's Thing çalmaya başlar. Bu aşkını bodoslama bir şekilde Şaban'a anlatır ve kimlikleri değiştirip onun yerine geçer. Olayların başlangıç noktası bu olmuştur.

Evdeki olaylara Kumandan Hüsamettin'in katılması ve Gulyabani'nin gece turları damga vurmaktadır bildiğimiz üzere. Tabi bir önemli noktayı atlamayalım. Nedir? Tabi ki Yasemin'in pörtleyen gözleri. Sevgili Yasemin Esmergül'e rahmet olsun. Bir soyisim bir insana bu kadar mı gider? Hani Melek Hanım'ın ahretliğini bu kadar güzel oynamasını bir kenara bırakıyorum; ya Şaban'a aşık oluşu, cilveleri falan? Ciddi anlamda çok sevimli bir kadıncağız olduğunu düşünmüşümdür her zaman.

"Ama ben bu karıdan çok korkuyom."

Ev ahalisi gerek inanışları, gerek hayat tarzları olsun son derece alaturkadır. Alafrangalık ile alakalı hiçbir şey göremezsiniz. Gerek hanımların kıyafetleri, gerek eşyalar gerekse hal ve hareketler her şekilde belli eder kendilerini. Şaban'ın dayanamayıp "Fıkır fıkır fıkırdama gel bana gel" diye kendini ortaya attığı sahnede ise eskilerin kendi aralarında ne kadar güzel eğlendikleri hakkında net fikir sahini olabilmemiz için biçilmiş kaftandır sevimsizler. Şimdi dönün bir kendinize sorun; hanginiz o ortamda olmak istemezdi?

Şener Şen'in bana göre oynadığı en iyi rol olan Kumandan Hüsamettin rolüne gelelim. Ayağa kalkalım önümüzü ilikleyelim. Bir rol bu kadar mı güzel hissettirilir? Gerek o sinirli tavrı, gerek korktuğunda renk vermemeye çalışması en güzeli de her şeyin en iyisini ben bilirim havası insanı hayran bırakıyor kendine. Türk sinemasının Kemal Sunal ile beraber en iyi ikililerinden biri olmuştur her zaman. Gerçi rahmetli Kemal ağabey ile kim role girse ikili olup çıkıyor anında. Halit Akçatepe, Şevket Altuğ, Ali Şen, Ünal Gürel daha niceleri.

Aynı kıza aşık olmaları da bu hikayeyi bir nebze daha güzelleştiriyor insanın gözünde haliyle. Hale Soygazi'nin de en güzel zamanları şimdi öyle değil mi ama? Bir yürüyor ki selam durmamak elde değil. "Kadın dediğin işte böyle hanımefendi olacak ulan!" diyorsun. Ramazan'ın yerine geçen Şaban, her daim kumandanı Hüsamettin tarafından kollandı. E, emireri olmak kolay iş mi anasını satayım?

"Kumandanım takıldık. Şöyle bi' dönelim isterseniz?"

A AA, GÖZLERİME İNANAMIYORUM YASEMİN EKMEK KIZARTMIŞ!

Velhasıl kelam film boyunca kahkaha atmamak elde değil. Hala her izlediğimizde sıfatsız, mendebur suratlarımızda güzel gülümsemelere neden oluyor bu insanlar. Yerinin dolmasını bırakın, benzerinin bile yapılamayacağı işler bunlar. Kimsenin haddine de değil zaten o bambaşka bir konu. Bu arada Hüseyin Şevki Topuz ismi size bir şeyler çağrıştırır mı? Bence bir yoklar hafızanızı bu işleri seviyorsanız. Çok sevgili ve rahmetli Ergin Orbey geliyorsa akıllara tamamdır. Malum kendisi filmdeki asıl damat. İzlerken aslında en bahtsız olanın O olduğuna kanaat getiriyorsanız siz de artık Tom & Jerry'de Tom'un tarafına geçmişsiniz demektir. Kendisi bunca olayla bunda devinimle uğraşmasına rağmen bir de Gulyabani aramı timine dahil edilir. Başarı ile sonuçlanmıştır ama hatırlarsınız.
"Kerami Bey kandırdı. Para vereceğim dedi, bir kuruş bile vermedi."

Kitapla yine sürtüşen noktalardan biridir bu sahne de. Kısmen tabi. Kar ne kadar yağsa da yaza kalmaz demişler. Kerami Bey'in bu akıl dolu oyunu da bozulmuş oluyor böylece. Şimdi bundan sonraki sahnede ve filmin başlarında görünen Sarraf Bey vardır hatırladınız mı? Kendisi Feridun Çölgeçen. Bu yazıda bu şahsiyete değinmeseydim eğer asıl Gulyabani'yi o zaman görürdüm. Hem de tersten. Kendileri Hollywood'a ilk ihracımızdır. İnanılmaz parlak bir kariyeri vardır. Gurur duyulası, gıpta edilesi sanatçılarımızdan biridir ama maalesef çoğu kişi tarafından bilinmez. Çünkü Instagram'ı yoktu.

Son sahneyi hatırlayalım ister misiniz birlikte? Hani Kerami Bey'den alınan o efsanevi intikamı. Tabi ki bütün plan gelmiş geçmiş en büyük fikir adamı, strateji uzmanı, açık denizlerde dev dalgalarla boğuşan büyük taktisyen Kumandan Hüsamettin'e aittir. Başarısız olması gibi bir durum söz konusu olabilir mi acaba?
Şaban'ı burada 7 metrelik Gulyabani olarak görüyoruz

Kitaptaki tasvire en çok uyan Gulyabani tasviri boyutsal olarak budur arkadaşlar. Kitapta öyle bir tarif edilmiş ki sanırsın sıçsa 7 köy heyelandan gidecek. O yüzden bu mudur diye sorarsanız, aynen budur. Kerami Bey de karşısında hem bıyıklı kahyayı görüp hem de Gulyabani ile aynı anda karşı karşıya gelince dünya çapında bir uzun atlama rekoru kırmaya niyetlenmiştir korkusundan. 

"Gelme, gelme, GELMEEEĞEĞEEEE!"
Bye.

Süt Kardeşler öyle bir filmdir ki esasında herkes içinde kendinden bir şeyler görür öyle izler. Kimi birini hatırlar, kimi o döneme hayrandır, kimi oyuncuların hastasıdır kimisi de en tatlı anıları arasına yerleştirmiştir bu filmi. Bazen zaman geçirmek için en güzel araç olur. Bir insan bu filmi seviyorsa muhabbet edersiniz bir kere en basitinden. En kararsız kaldığınız o "Ulan ne izlesek ya?" zamanlarında bile imdada yetişir. Ailenizle eskisi gibi televizyon karşısına kurulduğunuz günleri yad etmek için açarsınız belki de. Çayın yanına petibör yoktur belki, soba da ısıtmıyordur evi artık ama yine de güzel günler gelir akıllara sebepsiz. Koskoca bir set ekibi vardır unutulmaması gereken. Bu film bunca güzel insanla çekildiyse onların da alın teri daha güzel hale getirmiş her şeyi. Az para çok emek. Telif hakkı mevzularına hiç girmeyeceğim çünkü bu güzel insanlara bu cümleleri kurduran düzen bile utanmıyor benim ne haddime? Gülümsettiysem, nostalji hava estirebildiysem ne mutlu bana sevgili sevimsizler. Her birinize tek tek sevgiler.

Görüşmek üzere!

BONUS: https://youtu.be/f6EnzgACMu4


6 Eylül 2015 Pazar

En Delikanlı Oyuncak: Action Man

Merhabalar arkadaşlar.

Eylül yüzünü göstermiş bulunuyor şu sıra. Sonrasında da ne kadar ilginçtir ki Ekim geliyor. Yazının ilk cümlesini öyle yazınca "ay şimdi Eylül'le ilgili şiirli bir şeyler yazacak" diyenler olmuş mudur acaba? Gönül dostları sayfası mı burası lan? Herhalde yazmayacağım. Bilakis, bugün son derece Rambovari bir tutumla başlayacağız. Ona göre hizaya geçelim sevimsizler.

Gerek yakın çevrem olsun gerekse google plus üzerinden olsun bir şekilde blog ile ilgili feedbacklerinizi alıyorum. İtiraf etmeyelim bu son derece mutluluk verici. Evvela ilginiz için teşekkür ediyorum. Bunun yanı sıra bu fikirleri paylaşmaya devam etmeniz de benim açımdan gayet iyi olur kanaatindeyim. Değer verdiğiniz nostaljik konuları veya ögeleri benimle paylaşabilirsiniz. Bu etkileşim hoş. Ne derece devamı gelir artık size kalmış. Neyse fazla yüz göz olmayalım. Biraz konumuza dönelim değil mi ama?

Bugünkü konumuz 90'lar için önemli bir civanmert sayılabilecek olan ekşınmen nam-ı diğer Action Man. Kendisi kapitalizmin başarılı dayatmalarından biri olmuştur topraklarımızda. Ben de büyüyünce üzüldüm durumun böyle olmasına tabi ki. Ama bu bir dönemi parmağında oynattığı gerçeğini değiştirmiyor maalesef.
Yazıyı okumazsan seni fururum
SEN NERENİN ÇOCUĞUSUN?

Şimdi etimolojisine geçmeden önce ufak ufak biraz bizim ülkemizdeki popülerliğinden bahsetmek istiyorum size. Büyük marketlerin hangisine girseniz 10 metrelik raflarda bu arkadaşın envai çeşidinin sıralandığını görürdünüz. Kimileri anasına babasına bu oyuncak için salya sümük ağlar, kimileri de anasının babasının durumunu o yaşta bile bildiği için ses etmez başını eğer, geçerdi.

İnsan bir köşeden de şunu düşünüyor sevimsizler. Neden bizim bu Amerikan bebesine karşı bir Hulusi'miz ya da ne bileyim bir Rıfkı'mız yoktu, olamadı. Bu şuna benzer arkadaşlar. Aslanlar gibi Türk delikanlısı kendi muhitinde paşalar gibi takılmaktadır. Derken yakışıklı, temiz yüzlü, Rambo gibi bir Amerikan bebesi gelir mekana. Bütün ilgi O'na kayar. Neden? Çünkü o Amarikanyalı...

Yazıya bu şekilde biraz daha devam edersem elimde bir bardak çay ile uluyacağımı fark ettim o yüzden kendime geliyorum derhal. Ehe. Velhasıl son derece sevildi tabi. Çocuklar için güzel bir alternatif. Şimdilerde bok kadar veletlerin ellerinde tabletler, telefonlar, ipodlar falan var malum. Hepsi daha doğuştan zayiat oldu. Onlar için maalesef yapılacak hiçbir şey yok artık çok geç.

Malumunuz bu tür cisimler her zaman çocuklar için hayal gücünü geliştirici etmenler olmuştur. Şimdi gavurun dölü diye Action Man'in bu özelliğini görmezden gelmek olur mu? Olmaz sevimsizler. Yiğidi öldürelim ama hakkını da verelim zahmet olmazsa. Tabi hayal gücünü Action Man'i çırılçıplak soyup mahalledi Barbie bebeklerin peşinden koşturmak şeklinde geliştirmek gibi bir handikap da vardı. Ben mi? Yok ben yapmadım. Hiç bana bok atmayın...
Cevat Kelle konseptli Action Man

Bunun bir de gocukları heyecanlandırmak için kolunda bir dövmesi olurdu. Action'ın "A" si ile Man'in "M"sinin birleşiminden oluşan bir dövme idi. Ona bastığınızda işte ok mu fırlatır, ses mi çıkartır, elindeki bir şeyi mi sallar artık o parayı verdiğiniz modele göre değişirdi. Dönemin çocukları için güzel olaylar hani.

KİMSİN KİMLERDENSİN?

Nasıl ortaya çıktı peki? 1966'da İngiltere'de hayata geçiriliyor. Hasbro orijinli. İlk çıktığı zaman denizci, havacı ve karacı olarak sürülmüş piyasaya. Malum bunun yemediği bok yok. Daha sonra değişen zamanla birlikte O da değişti tabi. Silahlarından tutun kullandığı araçlara kadar hepsi modifikasyona uğradı zamanla doğru orantılı olarak. Yalnız bakın firma İngiliz sadece. Karakter bizim G.I. Joe olarak bildiğimiz psikopat askerleri konu ediniyor. Sapına kadar Amerika dayıyor size yani.

Bir de düşman daha doğrusu bir "villian" eklediler bu karakteri daha da etkin kılmak için. Reklam ve marketing olayını hiç söylemiyorum bile tabi. Fakat o karakter de gayet tutulmuştur. Öyle ki karakterin tarihçesi boyunca onunla ezeli rekabete girmiştir sürekli olarak. İsmi de Professor X'dir.
Mahallenin kötü ve gıcık bebelerini temsilen Prof X

Onun da sevenleri ile buluşmasından sonra yükselen pazar değeri beraberinde bir çizgi film serisi ve playstation oyunu da getirdi. İşte işin renginin nerelere vardığını hala anlamadıysanız artık rahat rahat idrak edebilirsiniz. Bir oyuncak ile başlayan macera hem çizgi film hem oyuna kadar vardırmıştı işi. Öyle ki sadece bizim ülkemizde 2000 yılında 1 milyondan fazla satılmış. Sanırsın Mustafa Sandal kaseti anasını satayım.

Gel zaman git zaman eski itibarı kalmadı tabi. Adını andığımızda, sıfatını gördüğümüzde bir eski dost siması olarak kaldı akıllarda. Ama bir dönemin Aynalı Tahir'i oldu her zaman. Bu yüzden de kendisini blogda misafir etmeden edemedim. Kendinize iyi bakın sevimsizler.

Gözlerinizden öpmüşem!

23 Ağustos 2015 Pazar

Sadettin Teksoy ve Teksoy Görevde Programı

Herkese selamlar nostalji dostları.

Yine bir süre huzurlarınızdan ayrı kalmış bulunuyorum. Ama en azından bu yazıyla size bir "yıkılmadım ayaktayım" mesajı vermek istedim. Hem siz de tatilinizin tadını çıkarıyorsunuz. Denizdi, güneşti bilmem neydi. Araya çeşit olamadım biraz ama açığı bu muhteşem konu ile kapamak niyetindeyim. Ona göre şimdiden hazırlığınızı yapın. Bir dönemin en baba insanlarından biri ile geliyorum!

Başlığımda da belirttiğim üzere bu konumuzu pek renkli bir şahsiyete ayırdım. Çok sevgili haberci ağabeyimiz sayın Saadettin Teksoy'a. Ben ona "Yerli Steven Seagal" diyorum. Ulan bu kadar mı benzer anasını satayım? Hani ne zaman Steve ağabeyimiz birilerinin kıçını tekmelese aklıma da hep Saadettin üstadımız gelir. Aynı donuk bakışlar olduğu için olabilir, bilemiyorum.

Kendisi 90'lar nesli için çok çok önemli ve kült bir karakterdir. Gerek sarı pardesüsü, gerekse briyantin sürmüş saçlarının parıltısı, robot gibi konuşması ve ortama verdiği inanılmaz gerilim ile akıllarda çok sağlam yer edinmiştir. Nasıl edinmesin ki? Böyle özgün bir karakteri siz Amerika'ya koysanız bakın nasıl reality show yapıyor. İbneler havada kaparlardı vallahi.

Şimdi herkes arkasına yaslansın. İyice bir rahatlasın. Size üzen her şeyi ve herkesi mümkün olduğunca uzakta bırakın çünkü Sadettin ağabey onlardan hoşlanmıyor. Salına salına sinsice konumuzu derinleştirmeye başlayabiliriz ortam müsait ise?

Say "Sokarım" For Me
SADETTİN TEKSOY KİMDİR?

Şimdi arkadaşlar biliyorsunuz ki ben TBT olmadıkça -ki bayadır yapamadım sövseniz de haklısınız- biyografi yazmaya pek sıcak bakmıyorum. Yani bunları siz kendiniz araştırmalısınız. Hani biraz meraklı olun ulan. Bu insanlar kimdi ya da ne yapmışlardı falan diye. Hepiniz armut piş ağzıma düş olmuşsunuz. Neyse neyse tamam. Ben biraz bilgi vereceğim elbette ki üstad hakkında. Bu arada "üstad" kelimesi TDK'da "üstat" şeklinde modifiye edilmiş. Yanlış. Doğrusu "üstad"dır. Bu gereksiz bilgi ile nostalji rüzgarımıza devam ediyoruz.

Arkadaşlar sevgili Sadettin ağabeyimiz 1952 doğumlu. İstanbul'da dünyaya gelmiş. Henüz daha ileride fenomen olacağını bilmeden Vefa Lisesi'nden mezun olmuş. 72' senesinde başlamış muhabirliğe. Maalesef magazincilik ile başlamış. Maalesef diyorum çünkü bana kalırsa bu ülkede yapılacak en iğrenç mesleklerde top 5'e oynar magazin muhabirciliği. Tabi o dönemde günümüzdeki kadar kepaze değildir muhtemelen. Çünkü cidden kendisi inanılmaz tatlı bir insan.

Sadettin ağabey de bu durumu fark etmiş olacak ki savaş muhabirliğine geçiyor. Hem de Hürriyet'te. Hem de İran-Irak Savaşı sırasında yaralanıyor. Hani zorunuza gitsin. Dedik burada Yerli Steven Seagal diye. Bizim tespitlerimiz boşuna olmaz sevimsizler. Oh be kendim için 1. çoğul şahıs zamiri de kullandım ya tamamdır.

Efendim ayrıca kendileri Saddam Hüseyin ile görüşen ilk Türk gazetecidir. İngilizce ve Arapçası gayet iyi çünkü kendisinin. Saddam İngilizce bilir ama konuşmazdı. Tabi. Aynen.

Tüm bu hareketli muhabirlik hayatından sonra TV'de boy göstermek için bir yapımcı ile anlaşıp, asıl hafızalarımızda yer edecek olan Teksoy Görevde dönemine başlıyor üstadımız.

ÖZGÜN HABERCİLİK FARKI

Programda Sadettin ağabey genelde oraları buraları gezerdi. Her deliğe girerdi kendisi Van Helsing gibi. Korku sıfır. Çekingenlik sıfır. Karizma hat safhada. Star TV'nin 90'lar dönemine en güzel hediyelerinden birisi olmayı başardı program kısa zamanda. Nispeten geç saatlerde yayınlanmasına rağmen kimisi için bir korku programı oldu, kimisi için macera, kimisi için de gerçekten başlı başına bir merak unsuru.

Kesintisiz 5 yıl yayınlanan bir programdan bahsediyoruz gençler. Hem de öyle sikindirik talk showlardan değil. Boru gibi reality. Her bölümü de ratingleri patlatmış icabında. Kim ne derse desin şu anki döneme bile koysan çoğu programı katlar. İnsanların günden güne gerizekalılaşıp hayatlarını sadece sosyal medya üzerinden gösterişe döktükleri bu dönem için fazla bile gelir.

O dönemde birçok spesifik ve özgün işe imza atmasına rağmen en çok akılda kalan muhtemelen kutuplarda kıldığı namaz olmuştur. Ben delikanlı gibi gider namazımı kılarım demişti. Hani Eyüp Sultan'da namaz kılan erkekler için Grönland'da namaz kılan Sadettin'i üzdünüz durumu var biraz.

"Bakalım oluyor mu, olmuyor mu?"

Şimdi şu hareketi görüyorsunuz değil mi? Al sana orijinal hareket. Hani ya bugün var mı başka? Yok sevimsizler yok. Altın çağlar 90'lardaydı. Bu adam böyle bir adamdı işte.

FENOMEN OLMAK VE ÖYLE KALMAK

Tüm bu akılda kalanların yanı sıra Sadettin Teksoy denilince akla gelen ilk şey "Sokarım!" sözü olmuştur. Ya da nidası. Artık siz ne derseniz. Hani kendisi için bir quotes sayfası yapılsa altına yazılacak tek şey belki de "Sokarım!" olacaktır. Güzel Türkçemizin yanlış anlaşılmaya pek elverişli bir zemini var bildiğiniz üzere. Ama bu lafı Sadettin ağabey söylüyor ise hiç itici durmuyordu.

Yani demek istiyordu ki "ben bu mevzuyu çözerim aga". Bakın bu çok önemli bir güvendir. Adamda kamuoyu oluşturma gücü var. Hem de tek bir kelime ile. Yine aynı örneği vermekten inanılmaz mutluluk duyacağım; Olacak O Kadar'da muhteşem skeçler yapılmıştır kendisi için. Genelde "Ben Sadettin Teksoy...Sokarım!" şeklinde kendisini ifade ederken hep işaret parmağı ile de vurgu yapar. İşte en iyi kara mizah ustası Levent Kırca da bu durumu fark etmiş, bir skeçte vişne suyunu bile ağzı ile değil parmağını sokarak içerek götümüzden ensemize kadar yarmıştır bizi.

Velhasıl kendisi yayın hayatı boyunca yurdumuzun da dahil olmak üzere her bir köşesindeki sırlarını çözmüş, bizleri aydınlatmayı bir borç bilmiştir. Yeri doldurulamaz bir 90'lar fenomenidir. İyi ki yaşanmıştır, iyi ki konuk olmuştur evlerimize. Kendisine büyük saygı ve hürmetlerimizi yollamazsak ayıp olur sevimsizler. Son olarak, siz nostalji severler için şunu da bırakıp uzuyorum;

https://youtu.be/NOW8vDUGeYE

Kendinize iyi bakıyorsunuz!


26 Temmuz 2015 Pazar

Çılgın Bediş Dizisi

Selam olsun bu sıcakta herkeslere.

Öğlen saatlerinde evdesiniz biliyorum. Tabi denize, havuza, oraya, buraya kaçanlar da var. Onları yok yazmıyoruz ama. Yapın tatilinizi güzel güzel yakışır. Biz şimdi kendi dışarı salmak isteyen sevimsizlerle, nispeten serin saatler gelene kadar burada vakit geçireceğiz. Siz artık binaenaleyh bakarsınız. Şu kelimeyi de ölmeden cümle içinde kullandığıma göre biraz konumuza dönebiliriz.

Bugün size "Heeeyo, heeeyo" diye haykıran, aslında bir karikatür serisi olan fakat günümüzde dizi olarak daha çok bilinen "Çılgın Bediş"i hatırlatacağım.


Soldan sağa: Banu, Bediş, Mükü, Zeynep
Samimi ve sıcak yılların güzel hatıralarından biri olarak kalmıştır bize. Kimi zaman okuldan geldiğimizde tekrarlarına daldığımız, kimi zaman kendi saatinde başında beklediğimiz, Necmi Dede'nin çılgınlıklarına güldüğümüz, Orhan'ın sinir krizlerine eşlik ettiğimiz, Canan'ın anaç tavrını hep takdir ettiğimiz güzel bir aileydi Çılgın Ailesi. Şimdi biraz daha yakından bakalım. Herkesi bir tanıyalım, o eski günlere gidelim. Hadi bakalım, atlayın makineye!

1996 SENESİ 

Efenim ne dedik? Çılgın Bediş, aslında bir karikatür dizisi idi. Gırgır dergisinde yayınlanıyordu. Öncelikle bunu bilmekte fayda var. Zira eğer eski nesil Çılgın Bediş'i biliyor, seviyor ve 90'ların önemli nostaljik değerlerinden biri olarak görüyorsa, bunda en büyük pay çok sevgili, pek saygıdeğer Özden Öğrük'e aittir. Kendisi bize bu güzel hediyeyi vermesinin yanı sıra, seramik sanatçısıdır. Ne kadar güzel değil mi ülkemizde böyle insanların olması? Hem çok yönlü hem de üretken. Keşke diyorum, günümüz diyorum, sıçmışız diyorum gocuklar. Sıçmışız. Neyse.

Sayın Özden Öğrük, bu çizimlerine 1976 senesinde başlıyor. Gırgır'da o zamanlar görebiliyoruz. İlgi de çekmeyi başarmış. Bu dizi olayı sonradan akıllara geliyor. 1996 yılında Kanal D tarafından hayata geçiriliyor ve yapımcı koltuğuna Ayhan Aybek oturuyor. Yönetmen sandalyesinde de Ozan Aydın, Turgut Yasalar gibi isimler değişmeli olarak oturuyor. Ama Turgut Yasalar çok daha uzun dönem olarak iş başında tabi ki.

Dizinin içeriğinden bahsetmek gerekirse ilk başta türüne dikkat çekmekte fayda var. Çılgın Bediş bir gençlik dizisi. Yani o zamanlar malumunuz gençlik dizileri pek yok. Böyle saçmasapan Deniz Tarağı gibi gençlik dizisi adı altında gençlerin birer moron haline gelmesine neden olacak işler de yok. Çünkü TV ortamı son derece kaliteli. Yayın prensipleri son derece düzgün. Rekabet deseniz süperkulade. Yine bazı yerlere sokuverdim ama kusura kalmayacaksınız artık. Nefret ettirdiler televizyondan anasını sattığımın ülkesinde. Çok dağılmayalım da devam edelim.

SAMİMİ BİR ORTAM VE SAMİMİ BİR ANLATIM

Gençlik dizisi dedik. Tamam, eyvallah. Nasıl bir gençlik dizisi peki? Efendim Bediş malumunuz liseli. Evet Yonca Evcimik liseliyi oynuyor. Kafasında sapsarı bir perukla. Son derece eleştirildi zaten kendisi ama ben hiç o toplara girmeyeceğim. "Okayi yomaşita kombamba" der bir kenara çekilirim. Bu liseli Bediş'in tabi ki kendi kankaları, aşkı, ailesi ve son derece hoş bir mahallesi var. Bakkalından tutun, kapıcısına kadar hepsi günlük hayatta karşılaştığımız tiplerin çok güzel örnekleri. Tasvirler falan on numara yapılmış, yerinde.

Biz de dizi boyunca her bölüm Bediş'in hayatına dahil oluyoruz. Bir de bu Bediş karısının bir boktan huyu vardır ki diziye ve genel olarak Çılgın Bediş hikayesine dair en sevmediğim şeydir. Hayalleri. Bilmem kaçınız benimle aynı fikirdesiniz ama hayal kısmı geldiği zaman hep kanalı zaplardım arkadaş. En olmadı teletext açardım. Bediş hep zottirik bir hayal görür, her hayalde de en büyük aşkı Oktay vardır. Oktay sadece sırıtır arkadaşlar. Pişmiş kelle gibi sırıtır tüm hayallerde. Başka yaptığı hiçbir şey yoktur. Adam dizi boyunca ya sırıttı ya da şaşırdı. Ona rağmen çok genç kızın hayallerini süslemiştir. O zaman seçenekler sınırlı tabi. Şarkıcı Doğuş'u bilirsiniz. Adam zamanında ilk şarkısının klibini kumsalda takla atarak çekti diye kızlar birbirini kesti lan. Kaç adam delikanlı takla atmaya çalışırken heder oldu biliyor musunuz siz? Peeeh.

SHOW TV DÖNEMİ VE DİZİNİN BİTİRİLİŞİ
Sevgili dostlarım, dizi 3 sezon boyunca Kanal D'de babalar gibi devam etti. Fakat dizi tuttukça söylentilere göre sevgili Yoncimik ücret konusunda bazı sıkıntılar çıkarmış yapımcıya. Bu yüzden bir ara diziye de ara verilmişti zaten. Kanal D'de anlamsız bir final ile noktaladı ömrünü dizimiz. Bir patlamada Bediş evin içinde kaldı ve çıktığını görmedik. Evet bu tarz bir diziye nazaran, ölümlü bir final biraz değişik olmadı değil. Patlamalı falan hem de. Ama elden ne gelir, Bediş'in ölümüyle dizi bitmiş oldu.

Millenium'a girişte (2000) Çılgın Bediş kadrosu belirli eksiklerle beraber tekrar toplandı. Şimdi bakın arkadaşlar bu tür dizileri, eskiden aklımıza gelen güzel yapımları hep ilk kadrosuyla, el değmemiş haliyle hatırlarız öyle değil mi? Bir kişi bile değişse kan uyuşmazlığı olur. O kumaş asla tutmayacaktır. Nitekim Çılgın Bediş de aynı durumu yaşadı. Hiçbir şey olmamış, Bediş ölmemiş gibi başlasa da maalesef seyircinin ilgisini eskisi kadar çekmeyi başaramadı ve bir iki kez günü değişmesinden sonra sırra kadem bastı. Böylesine akıllarda yer etmiş bir dizi için böyle bir son pek hoş olmasa da sineye çekmek lazım.

Şimdi birazcık da oyunculara göz atalım bakalım. Hatırlayanların yüzlerinde tebessüm ettirmek iyidir. Lezzgo!

Yonca Evcimik "Çılgın Bediş": "Heeeyo, heeyo!" tepkileriyle akıllarda kalmıştır. Bana soracak olursanız çok sinir bir tepki. Onun haricinde tatlı olmaya çalışmıştır. Ne kadar başarmıştır bilemiyorum ama "Sanane lan Ayşegülden" repliği ile beni sıçırttığı için ben başarılı sayıyorum. Esas kızı canlandırmak adına elinden geleni de yapmıştır. Uymuş mudur, uymuştur. İyidir iyidir.

Sinan Bengier "Orhan Çılgın": Bu adam muhteşem bir adam ya. Olacak O Kadar'dan beridir kendisini çok severim. Çok büyük tiyatrocudur, çok can adamdır. Orhan karakterini ondan başka kimse oynayamazdı. Bu kadar mu güzel rol yapılır? Dizide en sevdiğim karakter olması bir yana özellikle sinir krizi geçirdiği sahnelerde oyunculuk dersi vermiştir. Kendisine çok büyük hürmetler.

Selma Sonat "Canan Çılgın": Bediş'in tatlı mı tatlı, sorunlara pek güzel çözümler bulan, evin asıl reisi Canan teyzemiz. Selma Sonat tarafından son derece güzel canlandırılmıştır.

Selahattin Taşdöğen "Necmi Dede": Dizinin en ergen tiplemesidir. Evet aynen öyledir. Dede olmasının bununla hiçbir bağlantısı yok. Zaman zaman yaşının adamı olup babacan tavrını takınsa bile genelde kız peşinde koşar. Mükü'ye de özel bir ilgisi vardır hani. Mefaret Hanım'ın biricik hayat arkadaşıdır. Tavlayamamıştır ama olsun. Öyledir. Diskodan da çıkmaz. Selahattin ağabeyimiz ismine yakışır şekilde oynamıştır.

Çiçek Dilligil "Mükü": Mahallenin en can yakan ablasıdır. Bediş'in de bir numaralı kankasıdır. Birçok erkeğin canını yakmıştır. Habire sevgili değiştirir. O da perukla oynayarak Yonca Evcimik'in haklı direnişinde yanında yoldaşı olmuştur. Güzel mi değil mi o değişir ama çok tatlıydı valla.

Cenk Torun "Oktay": Bediş'in yegane aşkıdır kendisi. O da Mükü'nün erkek versiyonudur. Sürekli karı peşinde koşan bir şerbetçidir. Küpeli falandır da. İki güzel söz söylediğiniz aman güler, sevmediği bir şey söylediğiniz zaman şaşırıp bön bön bakar. Ama olsun. O dönemki gençlik dizisi için fazla bile yakışıklı diyebiliriz Cenk Torun için. Her mahallede rastlayamayacağınız bir tiptir.

Mefaret Hanım "Ayten Erman": Ek bilgi vererek başlayalım. Kendisi çok sevgili Ayşen Gruda'nın ablasıdır sevimsizler. Nasıl da tatlı bir kadındır çok severim. Abla kardeş bu kadar mı güzel olunur be? Dizide süslü bir kokana rolündedir. En hakkıyla oynayanların başında geliyor. Necmi Dede'yi muhtelif zamanlarda güzel sopalamıştır. Nazlandığı zaman tam bir Afrodit'tir. Afrodittir lan oradan!
Ayten Uncuoğlu "Nazime Hanım": Yine değerli oyunculardan biri gördüğünüz gibi. Eski dizilerin güzel tarafı da budur esasında. Şimdiki abuk subuk insanların dizilerde oynamasını geçtim, hep böyle güzel ve değerli insanlar vardı eski dizilerimizde. Kendisini Bedişlerin okulunun SS Subayı Müdüresi olarak görüyoruz.

Gökhan Mete "Koç": Dizideki adı Mustafa'da olsa genelde biz pek duyamıyoruz onu. Malum çocuklar "koç" diye sevdiler onu. Babacan tavırları ile biz de öyle sevdik. Ama jenerikte keşke top sektirmeseydi...

Sonay Aydın "Banu": Hikayenin en çok tutan karakterlerinden biridir. Sevgili Sonay Aydın çirkinleşmek için elinden gelen her şeyi yapsa da gayet sevimli olarak kalmıştır hafızalarda. O da Savaş'a aşıktır. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte yaşar. Muhteşem ses tonu ile diziye damga vurur.

Rıza Sönmez "Savaş": Okulun bilimadamıdır. Sürekli yeni icatlar yaparak kendini göstermeye uğraşır. Nerd diye tabir edebiliriz kendisini herkes daha rahat anlasın diye. İlk zamanlar Bediş'e ilgi duysa da daha sonraları tercihini Banu'dan yana kullanmıştır. Saçları çok güzeldir. O kadar güzeldir ki ben şu an burada tarif edemedim. Dimağımı tıkıyor saçları zira.

Gülçin Hatıhan "Zeynep": Bana göre dizideki en güzel bayan idi kendisi. Son derece hoş bir yüzü vardır. Kaygısızlar'da ekrana yapışır izlerdim o denli. Burada da en delikanlı hatunumuz. Motorcu manitası falan var. Sürekli sevgilisine "oğlum" diye hitap ediyor maalesef. İlerleyen bölümlerde bizi biraz üzmüştür ama neyse ki sonra toparlamıştır.

Selçun Sonat "Recep": İsim size biraz garp geldi mi? Selçun. Hmm. Ne ifade ediyor acaba? Şuraya bak göya gizem yapıyor lanet gelsin sıfatımın aldığı şekle şu anda. Durun ben şimdi anlatacağım sevimsizler. Kendisi çok sevgili Selma Sonat ve rahmetli Orçun Sonat'ın biricik oğlu oluyor. Ne güzel anne oğul aynı dizide oynamışlar. Selma'nın ilk hecesi ile Orçun'nun son hecesi birleşerek bu güzel ama dizide itici mi itici zengin çocuğu karşımıza çıkıyor. Bediş ve grubunu mütemadiyen gıcık etmiştir.

Zeynep Kaçar "Ayşegül": Banu ile birlikte dizinin en saftirik karakteridir. Ama hep geleceğe dair hayalleri vardır. Bir ara Oktay'a yürümüş, akabinde çelmeyi yeyip kendine gelmiştir.

Ahmet Özuğurlu "Durali": Kendisi Bedişlerin apartmanının uyanık kapıcısıdır. Sürekli sakallarını ovuşturup "Garışşşmaaa" şeklinde öz benliğinde kopan fırtınaları deklare eder. Kimi zaman işe yarar gibi gözükse de normalde kendi yoluna bakar.

Evet, işte böyle sevgili nostalji sever dostlarım. Bir döneme daha birlikte ışık tuttuk. Evet size FBI seviyesinde dosyalar, incelemeler veremedim belki ama samimi yıllara götürdüm sizi. Daha ne istiyorsunuz? İstemeyin zaten. Çok sıcak yapamam. Birdahaki yazıda buluşuncaya dek kendinize dikkat edin. Tatilinizin tadını çıkarın.

Hoşçakalın!



BONUS: KAPICI ABDÜL
Nereye lo?



14 Temmuz 2015 Salı

Elm Sokağı ve Freddy

Uzun bir aradan sonra merhaba dostlar!

Malum tatil başladı. Dolayısıyla biraz salmışım blogu. Kusura bakmayınız efenim. Gerçi baksanız ne olacak lan? Alt tarafı biz bizeyiz burada. Aramızda böyle şeylerin lafı mı olur? Tabi ki olmaz. Biliyorum şimdi kızgın kumlardan, serin sulara atlayan bir yunus balığı gibisiniz. Kimileriniz ise hala dertli gönüllere giren müren balığı olmaya devam ediyor belki de. Etmeyin. Siz de azıcık çıkın negatifliğinizden. Ananızdan negatif mi doğdunuz?

Bugün önemli bir konuya parmak basacağız. Cidden önemlidir. "Allah'a Karşı Gelen Adamın Ateşler İçerisindeki İbretlik Öyküsü" diye bir STV başlığı atmak isterdim fakat üzgünüm. Bununla idare etmek zorundasınız. Başlıktanda anlaşılacağı gibi bugün Freddy Krueger bizimle birlikte olacak. Freddy, annesi, babası ve 16 kız kardeşi ile Gaziosmanpaşa'da ufak bir gecekonduda yaşıyor.

Zamanında uğruna pek alışveriş yapılmış bir filmdir. Genelde ülkemizdeki arşivleri Kanal D ve Star TV'nin elinde bu kült korku filminin. Çok beyaz kutu Efes Pilsen aldırmış, oldukça Ruffles tüketimine neden olmuştur. Kimi ağabeylerimiz bu film ayağına ekmek yemişler, kimi ablalarımız ip atlayamaz olmuşlardır. Toplumumuzda son derece sevilen Freddy'i birazcık daha yakından tanıyalım ister misiniz sevimsizler? İstersiniz. Çünkü başka bir seçeneğiniz yok.

Merhaba canım. Nasılsın?
KÜLT KORKU FİLMLERİ KUŞAĞINDA BU GECE
Şimdi biraz işin "künye"sini size aktarmak isterim sevgili nostaljikler. Bu manikürü gelmiş, fotürlü ağabeyimiz aslında bir çizgi roman kahramanı olarak çıkıyor ortalığa. Bu türe meraklı insanların kullandığı "antagonist" tabiri vardır. Genellikle kurgusal dünyalar için kurgulanan bir terimdir. Fred emmi tam olarak bu gruba giriyor. Fotürüne (fedora) aldanıp kahvede tavla atıyor zannedenler çok büyük yanılgı içerisindeler. Bir kere bunu bilin, ondan sonra devam edelim. Zira kendisi son derece acımasız, kesip biçmekte bir o kadar usta bir seri katil. Ama neden böyle oldu? Niçin bu yolu seçti? Azzz sonra...

Şimdi arkadaşlar öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum; Freddy Krueger bir Wes Craven yapımı. Yani bu spektaküler zihinden çıkmış. Dış görünüş olarak onu Ronnie James Dio pantolonunun dışında yeşil-kırmızı çizgili kazağı, şapkası ve uzun jiletlerden oluşan toynaklarıyla görüyoruz. Nur Yerlitaş'a bir sorun bakalım kuş kalkı... ölmüş mü kuş? Neyse. Elm Sokağı serisinin 9 filminde de gördük biz Freddy'i. O kadar çok gördük ki inanır mısınız bir enişte, bir dayı, bir amca gibi oldu. Bir öldü, bin doğdu. Her seferinde geri geldi. Şimdi biraz daha derinine iniyoruz konunun. Ama siz siz olun, sakın uyumayın...

Geceleri prime-time'dan sonra ülkemizde bol bol gösterildi kendisi. Kimi zaman ailecek izlendi, kimi zaman tek, kimi zamanda milleti yatırıp kumandanın sahibi olanların en büyük kankası oldu. Bir dipnot ekleyelim; Elm Sokağı dizi olarak da yayın hayatını bir müddet sürdürdü. Freddy belli olayları anlatırdı. Sanki Gerçek Kesit'i sunan Perihan Savaş gibi anlattığı için ben pek benimseyemedim. Hadi beni sallayın, millete de pek güzel gelmemiş ki fazla üstüne gidilmedi. En doğru kararı vermişler bu konuda tebrik etmek lazım.

Freddy Krueger kendi mahallesinde, yani Elm Sokağında gariban bir işçi gibi gözükse bile durum bundan çok farklıydı esasında. 20'den fazla çocuğu öldürdüğü düşünülüyordu. Öldürmüştü de. Ama mahkeme bunu ispatlayamadı ve Fred dayı serbest kaldı. Peki neden öldürdü o kadar çocuğu bu adam? Çünkü bir psikopattı. Hayır ne diyecektim başka yani? Mahkeme kararının çılgına döndürdüğü aileler Freddy'i yaşadığı kazan dairesinin içinde diri diri yaktılar. Çok da güzel yaptılar. Bu şekilde belki evlatlarının intikamını almış oldular kendilerince. Ama bilmiyorlardı ki asıl intikam yeminini Freddy etmişti. Yakılırken şöyle bağırdı: "SİZE BİR KAMYON YEMİN İÇERİM Kİ, BU ÖLÜM SİZİN SONUNUZUN BAŞLANGICI OLACAKTIR!". 
Çılgın Alevler Freddy'i Coşturuyor
BİR İKİ FREDDY SENİN İÇİN GELDİ...
Freddy Krueger ölümünden bir süre sonra mahalleye bir huzur salınmıştı. Kuşlar cıvıldıyor, insanlar kaynaşıyor, herkes poposuna papatya kaçmışcasına gülümsüyordu. Bu durum pek fazla sürmeyecekti. Çünkü kurbanların aileleri Freddy'i ateşe vererek fiziksel formunu belki dünya üzerinden temizlemeye başarmıştı. Ama ruhunu 3.boyuta göndermişlerdi. Freddy insanları uykularında, rüyalarında avlayan bir vengeful ghost haline dönüşmüştü. Kısacası göt kesmek adına ettiği yeminleri gerçekleştirmek için bundan daha iyi bir fırsat bulamayacaktı kendisine.

Geri dönüşünden sonra Freddy'i yanık derisiyle görüyoruz. Ciddi anlamda iğrenç bir görüntüsü olmakla beraber son derece akılda kalıcı ve başarılı bir modelleme olduğu konusunda lütfen hemfikir olalım. Karakter bütünüyle düşünüldüğü zaman bundan daha iyi bir illüstrasyon mümkün değil yapılamazdı diye düşünüyorum. Hele ki kurbanlarının ölmeden önceki son ifadelerini de derisi üzerinde gördüğümüz anlar vardır ki onlar tam ohalıktır. Sakar Şakir'in, Gardırop Fuat'ın şapkasına işediği andaki dehşetle eşdeğerdir benim için.

Bu muhteşem dengeyi tüm Elm Sokağı serisi boyunca gördük. Freddy'nin kahramanlarını uyudukları zaman kabuslarında avlayışı izleyiciye o kadar muhteşem bir şekilde verildi ki, serinin kült olması hiç sürpriz olmadı. Gerek kabuslardaki atmosfer, gerekse Freddy'e zaman zaman verilen apokaliptik hava film serisi ile harika harmanlandı. Çok çok daha güzel bir ayrıntı vardır ki, Freddy Krueger efsanesinin en temel taşıdır belki de.

Freddy, gelmeden önce uyarısını melek tasviri olan küçük kız çocukları ile yapardı. Bu küçük sevimli kız çocukları tertemiz kıyafetleri ile ip atlarlar ve biraz sonra ebenizinkini muhtelif açılardan göreceğinizin haberini şu şarkıyla verirlerdi:

1,2 Freddy is coming for you
3,4 Better lock your door
5,6 Get a crusifix
7,8 Better stay up late
9,10 Never sleep again...


Sıkıntı büyük.

Yazının sonuna gelirken şiddetle tavsiye ediyorum bu seriyi sizlere. Özellikle korku filmlerine gönül verip de Freddy'den bir haber olan adamın ben aklına kusarım. Kimse kusura bakmasın. 80'lerin ortalarından beridir hayatımızda olan ve tüm dünyanın en büyük korku klişelerinden biri olarak gördüğü bu nostaljik sapkının mutlaka en az bir filmini izlemelisiniz arkadaşlarım. Benim favorimi soracak olursanız eğer ben en çok dördüncü filmi seviyorum. Aklınızın bir köşesinde kalsın. Kendisini bu denli hakkıyla canlandırıp, hayat veren Robert Englund'a da bir ayağa kalkıp, ön ilikleyip selam verin. Artık ufaktan uzuyorum. Esen kalın, UYANIK OLUN!

Sevgiler.



13 Haziran 2015 Cumartesi

Sanal Bebek Furyası

Selamlar nostalji sever sevgili dostlarım.

Bugün, bir döneme damga vurmuş, ebeveyn duygularımızın küçük yaşlarda gelişmesinde büyük payı olan, yemeyip yedirdiğimiz, içmeyip içirdiğimiz o büyük takıntımız, sanal bebekler.

Her dönemin kendi gelişimi içerisinde çeşitli oyuncakları oldu takdir edersiniz. Kimileri lego yaptı, kimileri bez bebekle oynadı, kimileri ekşın menlerini alıp maceralara koşuverdi. İşte 90'ların sonuna doğru da sanal bebekler peydahlandı ortalığa. Kimindi bu bebekler peki? Neydi bunları bu kadar önemli hale getirip milletin aklına düşüren? Yavaş yavaş irdeleyeceğiz sevimsizler. Konuya dolandırmadan bir giriş yaptığım için bence hepinizin aklında net bir şekilde oluştu bile o dönem. Herkesin elinde bir tane. Sorsan babasına su kalkıp vermez ama sanal bebeğine neler neler...

Bu sanal bebeklerin bir yığın çeşidi vardı arkadaşlar. Kırmızısı, mavisi, çiçek şeklinde olanı, ev şeklinde olanı, yanarlısı dönerlisi...Ne isterseniz. Tabi zamanında ben de bulaşmıştım bu şerefsize. Hayatımın ufak bir döneminin içine sıçmış, neyse ki iyi bir ebeveyn olmayı beceremediğim için çabuk sıkılmıştım. Dışarıda top oynamak daha çok işime geliyordu. Kaç kere öldü o bebek hey gidi. Ufak bir reset düğmesi vardır onun arkasında bilenler bilir. Kalem ucuyla dokunurduk ya da işte iğneyle falan. Arkası masmavi olmuştu tükenmez kalemle reset atmaktan. Düşünün ki ne kadar iyi bir babayım. Peh.

ANALAR, BABALAR, SİZDE NASIL VİCDAN VAR? 

Bu sanal bebekler adını hak eden cinsten oyuncaklardı arkadaşlar. Gecenin bir vakti zırıldana zırıldana sizi uyandırabiliyor, hastalanabiliyor, sizin benim gibi acıkabiliyordu. Gayet insanı ihtiyaçlara sahipti anlayacağınız. Bir de son derece tipsizdir bunlar. Bendekinin ilk hali baya yumurtaydı. Ondan sonra geliştikçe saçları, elleri, ayakları da ortaya çıktı keratanın. Ben ismini "Fazlı" koymuştum. Diyeceksiniz ki ne alaka? Onu da hemen anlatayım.

Eski bir forvet vardı arkadaşlar Anadolu takımlarında ismi de Fazlı Ulusal. Beşiktaş'a bile gelmişti adam. Ulan ben bile gülüyorum şimdi yazarken de neyse. Adam çok değişik goller atıyordu. Inzaghi Fazlı da derlerdi. Nerede bir pozisyon Fazlı orada. Çok büyük golcüydü çok. İşte bu yüzden ona da atıfta bulunarak sanal bebeğimin ismini Fazlı koymuştum. Böyle bir gerizekalılık olamaz.

Hala daha hatırlamayan varsa aha buyursun:
Hamburgeri andırıyor değil mi?

Benimki bunun aynısıydı. Artık bütün sis bulutları dağılmıştır diye düşünüyorum. Fazlı'nın durumu Osmanlı hanedanı gibi olmuştu arkadaşlar. Sürekli reset yemekten 25. Sokullu Fazlı Paşa'ya kadar gitti bu soy. Gel gör ki tutunamadık. Ziyanı yok.

Bir de bunlar okullara gelmeye başladı dostlarım. Zamanın müdürleri "BUNLAAAARRR!!" diye başlamasalarda "Yav sanal bebek midir ne boktur getirmeyin bunları okula yavrularım" diye serzenişlerde bulunduklarını dün gibi hatırlarım. Okuldan eve bir geliyorsun gebermiş zaten. Hali kalmamış.

En nihayetinde piyasadan toplatıldı bu oyuncaklar. Neymiş efendim, çocukların gelişimini önlüyormuş. Sen çocuğu at arabası gibi o sınavdan bu sınava koşturup, gökyüzünü bir kere göstermeden kafasını test kitaplarına bastığın zaman o çocuğun gelişimi önlenmiyor değil mi? Neyse sevimsizler. Saçmalık işte. Oyuncak ulan bu sonuçta. Böylelikle yurdum insanı çok çabuk bağlandığı sanal bebek furyasından aynı hızla ayrılmak zorunda kaldı. Ama hala görüyorum internette satılıyor. Eğer denememiş olanlar varsa belki bu yazıyı okuduktan sonra fikirleri değişebilir. Ne diyeyim. Bir küçük Fazlı da siz istemez misiniz?

RAKU RAKU DİNOKUN! der, huzurlarınızdan ayrılırım.

Kalın sağlıcakla!

10 Haziran 2015 Çarşamba

Dünyanın En Zor Strateji Oyunu: Commandos: Behind Enemy Lines

Herkes tek sıra olsun pek saygıdeğer nostalji ruhlu dostlarım!

Bugün büyük savaşa katılıyoruz. Artık bıçakları bilemenin, kamuflajları çekmenin, süngüleri takmanın ve şarjörleri fullemenin zamanı geldi. Asla unutmamanız gerekir ki, en ufak bir hatanın bile affı olmayacak. Çıkartacağınız tek bir çıtırtı, bilmeden bıraktığınız bir ayak izi bile sonunuz olabilir. Şimdi her hareketi hesap etme vaktidir. İşin ciddiyetini yeteri kadar kavradığınız konusunda hemfikir olmak istiyorum yoksa size şınav çektirmek zorunda kalabilirim. Bunu istemeyiz öyle değil mi?

Commodore'dan itibaren başkalaşım yaşayan oyun endüstrisinde 90'lı yılların ikinci yarısından tek bir tür açık ara farkla pazara hakim olmaya başlamıştı. Neydi bu tür? Tabi ki strateji. İnsanlar strateji oyunlarını o kadar çok sevip benimsediler ki özellikle oyunlar ile haşır neşir olanlar sabahlara kadar gerek ordu kamplar, gerekse ülkeler kurup adeta başlarından ayrılamaz hale gelmişlerdi. Gerçi bu durumun yeni bir soluk gibi çok tutulmasına şaşmamak gerekir o yıllarda. Çünkü gerçekten insanlar arcade salonlarında gördüklerinden, ataride oynadıklarından, dos oyunlarındaki maceralardan artık sıkılmışlardı ve yeni bir türe ihtiyaç duyuyorlardı. Tam da bu zamanda ayyuka çıkan strateji oyunları, oyunsever insanlar için adeta bir yeni açılmış tikicon mekanıymışçasına rağbet gördü.

Strateji türünün süregelen bu gelişiminde elbette ki hayatımızda çok kült ve bir daha yeri asla doldurulamayacak kadar önemli oyunlarla buluşma fırsatı yakaladık. StarCraft, KKND, Age Of Empires, Warcraft, Commend & Conquer ve tabi ki Commandos ilk akla gelenlerdendir. Ben size bugün Commandos'u anlatacağım. Diğerlerine de sıra gelecek kimse merak etmesin. Önümüzde bol bol fırsatımız olacak sevimsizler. Ben yazacağım eğer isterseniz siz de arkanıza yaslanacak, keyifle okuyacaksınız icabında. Sadece bugünkü sırayı cevval komandolarımıza vereyim dedim.
Commandos: Behind Enemy Lines (1998)
90'lar neslinden olmayıp şimdi ki online oyuncu kardeşlerim için ufak bir bilgi vermek istiyorum. Belki büyüklerinizden duymuşsunuzdur; eski strateji oyunları ciddi anlamda zor oyunlardır diye. Oldukça uğraş gerektirirdi. Ciddi anlamda hesaplar yapılır, hatta eski hükumetler gibi kalkınma planları bile oluşturulurdu yeri geldiğinde. Şunun için söylemek istiyorum siz şimdi "yaa şu itemi alırım bana bir şey olmaz" -bu arada bunun adı AYTIM. İTEM DİYE OKUMAYIN ŞU BOKU. AYTIM. AY-TIM.- deyip oyun oynuyorsunuz ya hani, heh işte eskiden böyle bir durumda yoktu. Tabi ki şimdi sizin oynadığınız çöplerin ataları olan baba RPG oyunlarında itemlar vardı onu kast etmiyorum. Ama binbir emekle yaptığınız bir binayı veya yemeden içmeden çıkardığınız askeri öyle bir itemla ya da bilmem neyle götüremiyordunuz. Onun yapacağı her hareketi, güvende olacağı her varyasyonu düşünmeniz icap ediyordu.

İşte bahsedeceğim Commandos isimli oyun, bu türün en en zor oyunudur arkadaşlar.

Bu durum da herkes tarafından kabul görmüştür. Kimilerine göre en iyi strateji oyunu ya da en oynanabilirliği olan taktiksel oyun olmayabilir. Ama kesinlikle su götürmez bir gerçek vardır ki, o da en zor strateji oyunu olduğudur. Ciddi manada adamı canından bezdiren bir zorluğa sahiptir bu oyun. Yaptığınız olumlu bir "adımı" bile save etmek zorunda kalırsınız. Ya da onun öncesinde bir düşman devriyesinin dönüşünü bile save etmek zorunda kalabilirsiniz.

Artık oyunun genel hatları ile ilgili kafanızda bir soru işareti kalmadığına inanıyorum. Kalmasın çünkü ayrıntılara ineceğiz şimdi. İlgili öğretmenler gibi "Burada sormak istediğiniz bir şey var mı sevgili sıçmıklar?" demeyeceğim, zira benim okuyucularım tabi ki çok zekidir. İçim rahat çoğ şükür. Şimdi şu düşman topraklarına biraz yayılalım bakalım!

ALAAARM ALAAARM!

Oyunumuzun künyesine de değinelim birazcık. 90'ların efsane firması Eidos Interactive dağıtımı üstleniyor. Aslında bu nokta bile oyunun dünyada bu denli tutulmasında önemli bir etken. Oyunun emekçileri ise İspanyol şirket Pyro Studios. Ayrıca Commandos, bilgisayar hariç hiçbir ortamda oynanabilen bir oyun değil. Dolayısıyla sadece bilgisayarı olan şanslı kişiler bu oyunu tecrübe etme fırsatını yakalayabilmiş. 1998 yılının Temmuz sonunda raflarda görüyoruz kendisini. Aslında edindiğim bilgiye göre de çıkışı 1 ay falan gecikmiş çeşitli nedenlerden ötürü. Yine de doğru bir dönemde piyasaya sürmeyi başarmışlar ama olsun.

Oyunda İkinci Dünya Savaşı sırasında Nasyonel Sosyalist Almanyası'nın başına musallat olan bir İngiliz mangasını yönetiyoruz. Bu mangayı biraz açalım çünkü bu önemli bir bilgi. BEF adı verilen bir askeri birlik bu. Açılımı ise British Expeditionary Force. Araştırmalarıma göre öyle pek hafife alınacak bir birlik de değillermiş. Hani Call of Duty tayfasının aşina olduğu SAS'i düşünün. Onun gibi bir şey aşağı yukarı bu hacıdayılar da.

İlk oyun 20 görevden oluşuyor. Commandos serisinin hala en çok sevilen olmasının en büyük nedenlerinden biri belki de bu çeşitlilik. Güzel bir prologue sonrasında her bölüm öncesi verilen tarihi bilgiler de sizi o atmosfere sokmak için gayet ince düşünülmüş ve ona göre kurgulanmış. Hatta şöyle bir de örnek verelim oyun içi SS olarak kafalar daha rahat olsun:
Bu ekrandan önce bir de video izliyoruz
Oyun sırasında en dikkat etmemiz gereken unsur yapay zeka. Zaman zaman bu yapay zeka sizinle taşak bile geçebiliyor. Ayak izinizi gören asker nöbet yerini değiştirebiliyor veya size doğru gelen bir devriye çevredeki duruma göre daha kalabalıklaşabiliyor. Aynı şekilde sizin onları kandırmanız pek de öyle kolay bir iş değil. Sizin köşeden bir dönüşünüzü bile çok uzak mesafeden yakalayabiliyorlar.

Bu tür durumlar için hamle avantajı sağlamak adına oyun menüsü içerisinde gözler yerleştirilmiş. Onlara tıkladıktan sonra düşman devriyenin veya nöbetçinin üzerine tıklayarak bakış açısını görebiliyoruz. Bu bize hamle yapmadan önce ve hamle esnasında çok büyük kolaylıklar sağlıyor. Çünkü oyun içerisinde alarmı bir kere çaldırdığınız zaman o işin geri dönüşü yok. İşler çok daha sarpa sarıyor ondan sonra. Aynı zamanda o bölümü bitirdiğinizde de rütbeniz daha düşük oluyor alarm çaldırdğınız için. Zaten bu "alaaarm! alaaarm!" bağırışları da gamerların gönlünde ayrı bir yerdedir. O çığlığı duyduğunuzda küsküyü tuttuğunuzu da anlamış oluyorsunuz sevimsizler.

Oyundaki askerlerimize geçmeden önce şöyle de bir olay var oyun esnasında bütün
askerleriniz ölürse eğer tabi ki bölüm otomatikman sona eriyor. Eğer bir veya birden fazla kayıp yaşarsanız oyun devam etse bile çoğu zaman oyunu sonlandıramıyorsunuz. Örneğin aracı kullanacak adamınız öldüyse veya tekneyi kullanacak askerinizi kaybettiyseniz dolayısıyla o bölümü bitirmenin bir ihtimali de yok. O yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor. Bunun oyuna çok büyük bir artı olduğunu düşünüyorum. Evet zorluk derecesini çok daha fazla katlayan bir unsur şüphesiz ki. Ama oldukça gerçekçi ve bunun üstesinden gelebilmeniz için ciddi anlamda vakit harcamanız lazım.

Şimdi de şu komandolarımızı biraz daha yakından tanıyalım ister misiniz tertipler? O kadar bahsettik bir tanışmamak olmaz. Şöyle gelin, uzak durmayın bakayım.

YESSAH!

Oyunda hemen hemen her çeşitten bir komandomuz var. Yeri gelince hepsini ayrı ayrı kullanmak zorunda kalıyoruz zaten. İşte oynanabilirlik dedik ya olay budur. Şimdilerde asla b
öyle bir orijinallik kalmadı. Bu oyunu böylesine altın gibi yapan da bu zaten. Sizi tamamen içine çekmesi ve karakterler ile iç içe olup çareler aramak zorunda kalmanız. Peki kim bu yerine göre kullanacağımız marabalar?Tek tek tanışmaya başlayalım artık.

1) Green Beret: İşte oyundaki en önemli askerimiz karşınızda. Kendisi hemen hemen her işin altından kalkabilen, 55cm bicepsleri olan, kocaman bir kast kütlesi Green Beret. Gerek öldürdüğü adamları kanıt bırakmamak için taşıması, gerek en zor şartlarda karı veya toprağı kazarak altında saatlerce saklanabilmesi, gerekse bıçağını son derece etkili kullanıp bol bol "stealth-kill" alabilmesiyle sizin manganızın bel kemiğini oluşturuyor. Dağlara bile tırmanabiliyoruz. Koskoca bir bölümü bile bazen sadece onunla halledebilirsiniz. Bir de yanında bozuk radyo dalgaları yayıp düşmanın ilgisini çekmeye yarayan uzaktan kumandalı küçük bir hoparlörü var. Eğer bir yere sızacaksanız bunu O olmadan asla ve asla yapamazsanız. Aynı zamanda kendileri bir box şampiyonu. Klavyede "1" tuşunu kullanarak kısayolunu seçebiliyoruz.
Jack O'Hara (Green Beret)
2) Sniper: Nasıl ki çok eski çağlarda yapılan savaşlarda okçular ordunun en önemli birimlerinden biri idiyseler, sniper yani keskin nişancılar da modern ordudan beri böyle. Dolayısıyla sniper bize oyunda çok yardımcı olan, çok kilit bir karakter. Oyunda sniper ile ilgili en dikkat edilmesi gereken nokta kurşun sayısı. Yanlış hatırlamıyorsam 6 tane var ve çok dikkatli harcamak zorundasınız. Bu yüzden sniper nasıl gerçek hayatta çok önemli bir birimse, burada da konuşlandırılması ve yapılacak hamleler 10 kere düşünülmeli. Eğer doğru kullanılırsa emin olun sizi oyun içerisinde çok rahtlatacak. Klavyemizde "2" numaralı tuş ile kısayolunu kullanıyoruz.
Francis T. Woolridge (Sniper)
3) Diver: Oyundaki bir diğer işlevsel karakterimiz de Diver. Su ile ilgili her şeyi ona soruyoruz. Gerek sırtında taşıdığı botu gerektiğinde şişirip kullanması, gerek su altında saatlerce durabilmesi ve dalgıç kıyafetinin karizması ile son derece işe yarar bir asker. Aynı zamanda çok da güzel zıpkın kullanıyor. Fakat zıpkının range i çok fazla olmadığı için şahsen kullanılması taraftarı değilim pek. Ama yakın mesafede düşmanı etkisiz hale getirmek için gayet ideal. Onu su altından hiç umulmadık anda çıkan bir takviye kuvvet, bölüm sonlarında kullanıldığı irili ufaklı gemilerle hatırlıyoruz. Seni unutmadık zıpkın yürekli, lazbalıkçı bereli adam! Klavyemizin "3" numaralı tuşunda bekliyor.
James Blackwood (Diver)
4) Driver: Takımımızın hem sürücüsü hem de sıhhıyecisi. Aynı zamanda çok da güzel makineli tüfek kullanıyor. Daha sonraki serilerde uzun namlulu tüm silahları kullandırdılar ve daha da keyifli bir asker haline geldi. Son derece enteresan ve komik bir arkadaş kendisi. Oyun içerisinde onu sağlık yenilemenin yanı sıra araç ile düşmanların üzerinden geçme, kalabalık bir devriyeyi delik deşik etmek gibi eğlenceli işlerde kullanabilirsiniz. Ayrıca oyunun en Green Beret ile birlikte en hızlı koşan karakteri. Kendisi mangamızın tek Amerikalısı. Bu fırlama arkadaşı da klavyenin "4" numaralı tuşu ile hazırola geçirebiliyorsunuz.
Samuel Brooklyn (Driver)
5) Sapper: Karşınızda komandolarımızın Bombacı Mülayim'i. En tehlikeli askerlerimizden biri kendisi. Katliam yaratmak adına birebir. Oyunda kilit binaları, sığınakları havaya uçurmak ve bol bol eğlenmek için Sapper'i kullanabilirsiniz. Emir beklerken bile son derece ciddidir. Laubalilikten hiç hoşlanmaz. Yemek yerken tuz ve karabiber yerine barut kullanır. Bazı bölümlerde çantasındaki el bombasını kullanarak toplu katliamlara sebebiyet verebilirsiniz. Ama unutmayın, o bombanın da sonu var. Yerleştirdiği dinamitlerin yanısıra oyunda en önemli silahlarından biri de kurduğu kapan. Sırf o kapan sayesinde 3'lü ve 5'li devriyeleri temizleyebiliyorsunuz ona göre. Kendisi klavyemizin "5" numaralı tuşunda emir ve görüşlerinize hazır sevimsizler.
Thomas Hancock (Sapper)
6) Spy: Geldik bir diğer lejyonerimize. Spy. Yarışmaya Fransa'dan katılıyor. Taliplerini bekliyor. Neyse goygoyu geçelim. Spy oyun içerisindeki iğrenç Fransızca aksanına rağmen en sevilen karakterlerden bir tanesi. Nasıl sevilmesin ki arkadaş? Spy ile aklınıza gelen her şeyi yapabilirsiniz. Düşman topraklarında elinizi kolunuzu sallaya sallaya gezebilir, o adrenalini dibine kadar yaşayabilirsiniz. Spy, gerektiğinde düşman kıyafetlerini giyebilir, binbaşı olup emir verebilir, hatta general kılığına bile girebilir. En önemli silahı ise zehirli iğnesi. Yakaladı mı "tık" diye bitiriyor işi sessiz ve derinden. Düşmanın içine sızmak adına biçilmiş kaftan. "am ğuedi" şeklinde sizden gelecek komutu klavyedeki "6" tuşunda bekliyor.
Rene Dchamp (Spy)

İşte askerlerimiz bunlar dostlarım. Kendilerini son derece doğru ve efektif kullandığınız takdirde size koskoca bir ordunun nasıl etkisiz hale getirilebileceğini gösteriyorlar. Yalnız sizi uyarmam lazım. Ciddi anlamda bu türü seviyorsanız, gönül verdiyseniz bu oyun bağımlılık yapabilir. Öyle her "Ben strateji oyunu çok severim yeaaa" diyenleri pek bir taraflarınıza sallamayın. Önce bunu oynayacak. Bunda birkaç bölüm geçecek cheat kullanmadan, bileğinin hakkıyla ondan sonra ben strateji oynuyorum diyecek. Bu işler öyle kolay değil hani. Gidin sorun eski nesle onlar çok iyi bilir.

Evet sevimsizler. Bir nostalji dolu yazımızın daha sonuna geldik. Umuyorum ve sanıyorum sevenleri için güzel bir tribute olmasından gayri bilmeyenler içinde iyi bir rehber olmuştur. Gerçekten bunlar bir nesli kilitlemiş, önemli oyunlar. Ve hala dünyada parmak ile gösterilip, baş tacı diye anılıyorlar. O yüzden ben de bu naçizane sayfamda yer vermesem geceleri rahat uyuyamazdım. Vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Merminiz hiç bitmesin, selametle.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Evde Tek Başına Filmi ve Klasikleşmesi

Yine bütün hazırlıklarım tamam. Cipslerimi almışım, içecekleri hazırlamışım geriye bir tek saati beklemek kalıyor. Gerçi okuldan gelince ödevimi yapacaktım ama olsun. Bugünkü mahalle maçının galibiyeti üzerine biraz sefa sürmeyi hak ettim diye düşünüyorum. Başlayana kadar biraz atari mi oynasam? Yok yok sonra oyuna dalıp filmin başını kaçırmak istemem. 2 gündür bekliyorum anasını sattığımı!

Aha, geldiniz mi? Sizi fark edemedim nostalji dostları. Hoşgelmişsiniz. Yıllar yıllar öncesinden bir akşamı kurguluyordum kafamda. Aklıma o akşamki ufak ama benim için büyük heyecanlı bekleyişim geldi de. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bugünkü konumuz Home Alone yani Evde Tek Başına filmi olacak.

Eminim her biriniz illa ki ucundan izlemişsinizdir bu filmi. Kevin'ın eve kurduğu tuzaklar çoğumuzun gönlünde taht kurmuştur. Başı dik direnişini elimizde eticinlerimizle az desteklemedik zamanında. Dolayısıyla bugün, önemli bir 90'lar motifi olan bu 8 yaşındaki civanmerti incelemek gerektiği kanaatine vardım. E madem siz de geldiniz o zaman kemerleri bağlayalım diyorum. Son reklam kuşağı bitmeden bu güzel filmi şöyle bir hatırlayalım birlikte. Yol üzerinde tuzaklar olabilir ama ona göre dikkat etmek lazım.

NOEL TATİLİNE GİDİYORUZ HANIM

Filmimiz 1990 yapımı sevimsizler. Yönetmen koltuğunda hepinizin çok sevdiği Chris Colombus oturuyor.
Home Alone Cover (1990)
Nereden nereye değil mi? Kalırsınız öyle işte. Filmde tabi ki en dikkati cezbeden isim zamanın çocuk yıldızı yani bizim ülkemize göre Sezerciği olan, Kevin McCallister rolündeki Macaulay Culkin. Şimdi o eski halinden eser olmasa bile yine de o zamanların hatrına kendisini pek bir severim. Joe Pesci ve Daniel Stern filmde küçük yıldızımıza eşlik ediyorlar. Ve itiraf etmeliyim ki bulunabilecek en iyi 2 tip olmuşlar. Islak Haydutlar son derece efektif ve azılı olarak karşımızda.

Filmin konusuna gelirsek sevgili dostlar, Kevin pek geniş bir aileye sahip, kendi halinde ama yaramaz olduğu düşünülen sevimli bir kerata. Öyle zengin piçleri gibi sevimsiz, it oğlu it bir durumu yok yani filmde. Gayet usturuplu bir çocuk. Kevin'ın çekirdek aile popülasyonu bile kalabalık olmasına rağmen (6 kişiler) bir de yılbaşı arifesinde Noel bayramı için gidilecek seyahat için evin hınca hınç dolu olması, amcalarının ve diğer yeğenlerin eve doluşmasıyla durum çığrından çıkıyor ve evin nüfusu yaklaşık 25 i buluyor. Tamam adamlar bizim gibi veya bunu okuyan bazı zengin sevimsizler gibi apartman dairesinde yaşamıyor olabilirler elbette. Fakat bana sorarsanız 25 yine de fazla bir rakam bir aile için.

Evde unutlan Kevin ve McCallister ailesinin oturduğu tüm mahalleyi soymaya çalışan azılı haydutlarımız arasında bol maceralı bir koşuşturma başlıyor. Kevin'ın nasıl evde unutulduğunu da hala izlememiş olanlar olduğunu düşünerek bir sır gibi saklayacağım. Beşir'in Nihal'e olan aşkı gibi öyle bir saklayacağım ki siz sevimsizler yine Aşk-ı Memnu'ya sövüyor diyemeyeceksiniz bu sefer.

Geniş hatlarıyla baktığımız zaman son derece sıcak bir aile komedisi ile karşı karşıyayız. Amerikalıların yaptığı iyi işlerden biri de bu aslında. Adamlar aile filmlerini çok iyi yaptılar. O büyük, geniş aile arabalarının arkasına köpeklerini de alıp mutlu mutlu seyirtmelerinden tutun bilmem nelerine kadar bu şerefsizler hep "su çok güzel gelsene" mesajı vermeyi başarmışlardır. Bu film bana kalırsa bunun en büyük örneklerinden.

AZ BÜTÇE İLE ÇOK İŞ

Filmle ilgili önemli notlardan birisi de yakaladığı gişe başarısı olacaktır şüphesiz. 18 milyon dolara mal olan filmin hasılatı tam olarak: 476,684,675 dolar. E ananın örekesi diyorsunuzdur. Diyebilirsiniz. 20th Century Fox'a anasının ak sütü gibi helal olsun bu paralar. Adamlar yapmış kardeşim. Bir de sonraları değineceğim bazı korku filmli başarıları var bu şekilde. Emin olun onlar da pek bir garibinize gidecektir.

Yazının başında kurguladığım o gece TV'de gördüğüm ilk sahneyi hatırlıyorum hep. Acaba kaç kişi hatırlar o anı? McCallister'ların evi ve onun eşliğinde fonda duyduğumuz efsane soundtrack. Gerçekten filmine en çok yakışan soundtracklerden biri bence. Adamı daha ilk dakikadan moda sokuyor. Heyecandan cipslerimi falan kusmadım tabi ama yine de bi filmin içine çekmeyi başarmıştı beni. Sonuçta unutmamak gerekir ki soundtrack bu işin çok etkili bir kısmı ve her zaman için iyi seçilmesi gerekiyor. Aşk-ı Memnucular iyi bilir...

Hadi ilk sahneyi bir daha hatırlayalım be!
Sonraki pizza sahnesini hatırlayan?
Bu sahneden sonra tatile hazırlanan ailenin telaşı bizi direkt olarak içine çekmeyi başarıyor zaten. Ailesinden bıkmış olan Kevin sonunda yalnız kalır ve hayatını yaşamaya başlar. Abur cubura dadanır, ağabeyinin girmesini yasakladığı odasına girip eşyalarını karıştırır, yatakta yemek yer ve daha neler neler. Hayır kapı açık sıçmıyor. Kulağa çok çılgınca geliyor öyle değil mi? Yatakta yemek yemek. İşte biz serseri çocuklar böyle yaparız.

Daha sonra işe 2 azılı hırsızımız da dahil olunca Kevin ailesinin bir nevi ona emanet ettiği evi korumak zorunda kalıyor. İş başa düşüyor yani. Çok delikanlı çocuk. Tek bir kere geri adım atmıyor. Atara atar, gidere gider felsefesini benimsemiş bir çocuk Kevin McCallister. Bu yüzden asla taviz vermiyor durumdan. Elinden bayağı çekeceği olan babaları aşağıda görebilirsiniz efenim.
Wet Bandits
John Hughes'ün yapımcılığını ve senaristliği yaptığı bu kült film En İyi Erkek Oyuncu Altın Küre Ödülü için aday gösterildi. Aynı zamanda Macaulay Culkin'in 11 yaşında bu adaylığı alması da tarihteki en genç adaylık başarısı oldu. Devam filmi olan Evde Tek Başına 2 (Home Alone 2) de son derece keyifli ve güzel bir film oldu. New York'da geçmesi ile de baya bir ilgi gördü.

FİLM DIŞINDAKİ BAŞARILAR

Bu filmin yanı sıra Home Alone için 6 tane video oyunu yapıldı. Atari oyunları olarak piyasaya çıktı ve benim de küçükken oyunlarından bir tanesini oynamışlığım vardır. Filmi izledikten sonra oynayınca çok çılgın atmıştım. Sabah akşam oynar dururdum. Oyun piyasası ister kabul edin ister etmeyin -ki bence etmemek büyük aptallık- dünyanın en büyük ve en ende gelen endüstrilerinden biri. Dolayısıyla Amerikalılar dolarların burada da akmasını istiyorlar ve boş durmuyorlar.
Home Alone Game (1991)
En son olarak PlayStation 2 platformu için bir Home Alone oyunu yapıldı ve daha sonra oyun piyasasından çekildiler. Ama oranın da güzel ekmeğini yediler hani.

Yazımızın sonlarına geliyoruz sevimsizler. Umuyorum siz de Kevin'ın bu tuzaklarını, başı dik direnişini unutmadınız. Sizi biraz olsun o güzel günlere götürebildiysem huzurlarınızdan artık ayrılıyorum. Umarım ayrılırken kafama yukarıdan bir ütü düşmez veya ayaklarımın altına beni düşürmek için yılbaşı süsleri falan koymamışsınızdır! Tavsiye etmem.

Kendinize iyi bakın, nostalji ile kalın.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Eurodance Nedir? (Top 50 Listesiyle Birlikte)

Merhabalar sevgili sevimsizler.

Haziran ayının bu güzel günlerinde keyfiniz nasıl? Çocukluğumuzda bu aylar pek kıymetli olurdu bilirsiniz. Önlükler bir kenara atılmaya başlanmış, dondurma mevsimi gelmiş, akşam ezanı saati daha ötelenmiş olduğundan yüreklerde volkanik patlamalar olurdu. Bu güzel aylarda mahalledeki apartmanların açık olan camlarından -ki özellikle de içeride ergen ağabeyler, ablalar varsa- çok güzel tonlu müzikler yükselirdi. Kimi zaman oynarken bu seslere kapılır, kimi zaman o camları altında bir daha duymak için beklerdik.

İşte şimdi bugün, bu yazıda o güzel müziklere geri dönüyoruz. Bugün dünyanın en güzel kuşağına hükmetmiş olan Eurodance akımıyla karşınızdayım güzel ama sevimli olmayan kardeşlerim. Dolayısıyla bu çok ciddi konuyu, çok güzel bir şekilde irdeleyeceğim. Bir dönemi kasıp kavurdu hakkıyla. Kiminiz yaz aylarında diskolarda duydu, kiminiz büyüklerinin doldurma kasetlerinde, kiminiz TRT'nin yaptığı Pop Saati programında. Ama kulağınızdan hiç gitmedi, gitmeyecek melodilerdi bunlar. Şimdi ışıkları yakın, renkli kıyafetlerinizi giyin ve zaman makinesine atlayın. Bu 10 senelik periyotu şöyle bir güzel inceleyelim!

EURODANCE NEDİR?

Eurodance tanım olarak 90'ların başında hatta direkt 1990'da Avrupa'da ortaya çıkan, pop müziğe kendi içerisinde bir alternatif olmuş, genel anlamdaki pop müzikten çok daha hızlı beatlere sahip olan, muhteşem bayan vokalleri ve çeşitli bass soundlar ile icra edilen müzik türüdür. Synthpop, Bubblegum dance, Europop da diğer isimleri olarak belleklerde yer etmiştir. Buna tabiri caizse "ölüyü dirilten tür" diyoruz.

Her ne kadar elektronik bir müzik türü olsa da, günümüzdeki rezalet hapçı müzikleri ile -müzik diyorum affedin- uzaktan yakından alakası yoktur. Buram buram kalite kokar. Bu dönemdeki her bir parça aranjman harikasıdır. En basitinden sadece tek bir single ile tutulduktan sonra o parçanın 5 farklı hali ile maxi single çıkarmış bir sürü grup vardır bu dönem içerisinde.

1990-2000 yılları arasında sürdüğünü söylersek hiç de yanılmış olmayız. Çünkü akım tam anlamıyla 2000'de noktalıyor hayatını. Ondan sonra başka bir şekle bürünmeye başlıyor müzik piyasası. Ağırlık alternatif rock ve hip hop şeklinde.

Diyar Diyar Eurodance İsimli Programa Hoşgeldiniz


AKIMIN ORTAYA ÇIKIŞI, GELİŞİMİ, ÖNCÜLERİ

Öyle dedik böyle dedik bu akımla ilgili. Çok güzeldir, pek hoştur, insanı alır 90'lara anında ışınlar dedik. Peki kim kardeşim bu akımın öncüleri? Nasıl ortaya çıktı bu akım? Kimin güzel aklına geldi de bizi bununla buluşturdu? Cevap versene ayı diyeceksiniz. O konuda da aydınlanalım.

Akımın girişi olarak bahsedeceğimiz ilk parça tabi ki çok çok ünlü. Bu türün ilki olmasına rağmen hem çok kıymetli hem de ciddi anlamda çok başarılı. Neyden mi bahsediyorum? Tabi ki de Tehcnothronic "Pump Up The Jam". Belçikalı bu muhteşem grubun hayatları boyunca gurur duyacağı en büyük iş. Yine de dünyada ondan daha çok ses getiren ve kimilerine göre asıl başlangıç sayılabilecek olan bir parça daha var. Hangisi mi? Biraz merak mı etseniz ya. Öyle her şeyi söylemekle olmaz ki kardeşim. Ama hadi söyleyelim bu seferlik.

"I GOT THE POWAAAH!" diyince aklınıza ne geliyor? Belki I Got The Power desem daha insan gibi, o zaman zihninizde bir şeyler görürsünüz. Öncelikle Edip Akbayram saçlı siyahi bir ağabeyimiz belirir zihninizde. Takım elbisesiyle falan. Kırmızı ayakkabıları da çekmiş. Sonra da anlarsınız ki haa SNAP! ten bahsediyor bu davaro. Evet arkadaşlar. Akımın direkt olarak çıkış noktası SNAP! grubunun "The Power" isimli muhteşem parçası olmuştur. Aylarca bir numaradaki yerini koruyarak Eurodance akımına start vermiş ve dünyayı çok eğlenceli bir döneme sokmuştur. Yani Alman topraklarından doğuyor bu akım. İşte bu yüzden Almanlar özellikle Eurodance'in yanı sıra house musicte falan da çok çok iyiler. Herhalde bu adamların geninde var bilemiyorum orasını. Ama cidden çok güzel işler yaptılar akımın süresi boyunca. 1990 yılı bu yüzden ekstra bir öneme bindi.

Bu hızlı girişten sonra 1992 yılında, bana kalırsa akımın çok uzak ara en iyi şarkısı olan ve dünyada en fazla "official remix" e sahip parçası "Push The Feeling On" giriyor piyasanın içinde. Yine Alman bir grup olan Nightcrawlers'ın insanlığa hediyesi. Gerçekten bu parçayı tarif edecek herhangi bir kelime bulabileceğimi pek zannetmiyorum. Çıktıktan sonra tüm world chart içinde en uzun süre 1 numarada kalmış şarkılardan biri zaten. Zimbabwe'de bile bu şarkıyla dans edenler kesinlikle mevcuttur. Benim de kulaklarıma giriş yaptığı anda beynimden vurulmuşa dönüp, çocukluğun verdiği etkiyle az hoplayıp zıplamadım değil hani. Kilometre taşı diyebileceğimiz çok önemli bir yapıt oldu akım adına ve bundan sonra gelecek bütün parçaların içeriğini belirledi. Gerek bass olsun, gerek Eurodance snyth dediğimiz o akıma özgü derin melodi olsun her şeyiyle 4 4'lük bir parça olmayı başarmıştı.

Yıl 1993'ü gösterdiği zaman yine hepimiz çok sevdiği, denk getirebildiğimiz zaman "WHAT IS LOOOOVE" diye haykırdığımız muhteşem parça düşüverdi ortalığa. Tabi ki yine Almanya'dan. Ama öyle böyle bir şarkı değil. Yıktı geçti milleti. Filmlerde mi görmedik, programlarda mı çalmadı...Her yerde vardı bu parça. Günümüzde bile dünya kadar şakası dönüp duruyor. Ama benden size öneri o şakaları bir kenara bırakın, gözlerinizi kapatıp şarkıyı başlatın, içindeki melodilerde kaybolun. Emin olun iyi gelecektir. Karşımızda Haddaway.
Haddaway - What Is Love Cover (1993)

Derken sol kulvardan SNAP! yine çok hızlı bir atağa kalkıp "Rhythm Is a Dancer" ile birlikte öyle bir geliyor ki, anam anam anam. Ortalık yine toz duman. Eurodance artık iyice kana karışmış, herkes yeni bir şeyler bekler olmuş. Müzik kültüründe oldukça kaliteli bir dönem artık kuyruklu yıldız gibi parlar olmuştu. Hele ki alışıldık tarzlarını iyice benimsetmeleri zaten apayrı bir güzellikti sevimsizler.

Geçelim yavaştan 1994 yılına. Her yıl üstüne koyarak devam eden bu akım yine hakkını veren işlerle karşımıza çıktı. Genelde yaz aylarının başında kendini gösterse de kışın bile revaçta olan şarkılardı bunlar. Ama bu yıl içerisinde çıkıp da hala dillerimizde olan çok önemli bir başyapıt var. Bahsettiğim şey tabi ki Reel 2 Reel'in "I Like To Move It" isimli şahane parçası. Times Meydanı'nda elinde bastonuyla bağıra çağıra melodinin etkisinde yaptığı saçma hareketler çok sevilmişti ve onu aylarca 1 numaraya taşımayı başarmıştı. Yetmedi o senenin de en çok satılan albümü yaptı. Her ne kadar Reggae altyapılı da olsa bu da Amerika'nın bir kıyağı oldu Eurodance'e.
Reel 2 Reel - I Like To Move It Set (1994)
Bu sene içinde Fun Factory grubuna da bir parantez açmamak olmaz. Takdir edersiniz ki onlarda Alman. Hitler, en azından Eurodance bazında Üstün Alman Irkı projesini gerçekleştirmiş diyebiliriz bence. "Pain" adlı şarkıları inanılmaz sevildi. Eurodance'in en hızlı şarkılarından biri oldu. Hatta belki de en hızlısı. Dinlerken bile başı dönüyor insanın. Bu yüzden bahsetmesem büyük üzüntü duyardım sevgili nasyonel sosyalist sevimsizler. Aynı zamanda Corona'yı da unutmamak lazım. "Rhythm of the Night" şarkılarıyla İtalya'nın gelecekte Eurodance'te nasıl patlayacağının öncüsü oldular. Onlar da bu bakımdan oldukça önemli ve başarılı bir şekilde taşıdılar bu bayrağı.

Ve 1995. Eurodance en büyük sıçramasını akımın en güzel bayan sesiyle yapacak. İnanılmaz güzel bir sesti gerçekten Melanie Thornton. -di diyorum üzülerek çünkü kendisini 2001 yılında bir uçak kazasında kaybettik. Bu akımın gerektiği ve layık olduğu seviyeye gelmesindeki en önemli gruplardan biri Alman-Amerikan ortak yapımı La Bouche'dur. Kumaşı tastamam oturtmuşlardır. Muhteşem bassların, synthlerin içerisinde bir de Melanie Thornton olunca çoğu çevreye göre en iyi Eurodance grubu olmaları kaçınılmaz oldu. Piyasa da Sweet Dreams albümlerindeki "Be My Lover" şarkıları ile daldılar. Dalış o dalış. Adeta yıktı geçtiler ortalığı. Her dinlendiğinde tüyleri diken diken eden, gerek eski yaz aşklarınızı, gerek kasete çekip odada dinlediğiniz günleri, gerekse mahallenizde oynadığınız oyunlar için koskocaman bir zaman makinesi oldu tek başına. Hemen arkasından da "Sweet Dreams" ile geldiler zaten. Listelerde gördükleri en kötü rakam 1 idi. Son derece hak edilmiş başarılara imza attılar. Bize düşen saygıyla anıp, dinlemek oluyor.
La Bouche - Sweet Dreams Cover (1995)
Bu sene içerisinde geçilen güzel kıyaklardan biri de haliyle John Scatman'in efsane "Scatman" parçası. Durduk yere bir anda "BİİİBAPBAPBARABBOP" diye bağırmanıza sebep olan o manyak şarkı. İnsanlara farklı gelmesinden midir, yoksa harbiden orijinal olmasından mıdır pek sevilmiştir. Yazımızda da bıyıklarıyla yerini almış oldu. Huzur içinde yatsın.

1996 yılına geldiğimizde öne çıkan iki muhteşem parça var. İlki çok tatlı bir sesle kulaklarımıza huzur veren İtalyan grup Gala. Dillerden düşmeyen, Blendax reklamlarına bile yapışmış muhteşem şarkıları "Freed From Desire" ile 2 numaradan giriş yapıyorlar müzik listelerine. Fakat bence 1 numaradaki şarkıdan daha çok hak etmiştir o yeri. Sadece İtalya'da 1 numara olabilmiştir. Gelelim 1 numaraya. Çılgın Bediş desem kaçınız söyle bir sırtarır. Bilirsiniz ne çok severlerdi diskoya gitmeyi Necmi Dede'si ve arkadaşlarıyla birlikte. Hani onların çok sevdiği bir şarkı vardır. Birçok kez duymuşuzdur izlerken. Biliyorum bazı sevimsizler çoktan "YAA YAA YEE KOKO CAMBO YAA YAA YEEE" demeye başladılar bile. Aynen öyle dostlar. 96 senesinin 1 numarası Alman grup Mr. President'in "Coco Jambo" şarkısı. Güzide ülkemizin anaokullarına kadar sızmıştır bu Eurodance klasiği. Dinleyen herkesin kafasında bir "aaa, anaa" gibi nidalara sebep olmuştur. Saygımız sonsuz.

1997 senesi kısmen durgun olsa da Alexia bu dönemde gayet başarılıydı. Ice MC'nin eski vokalistlerinden olan bu İtalyan bayan o kadar zamanı boşa harcamadığını gösteriyor ve "Fan Club" albümüyle gayet başarılı bir Eurodance denemesi çıkartıyor. Keyifle dinlenilesi.

1998 yılına geldiğimizde akıma takviye olarak taze kanlar devam ediyordu. Bunlardan biri de tabi ki Basshunter oldu. "All I Ever Wanted" ile son derece başarılı bir giriş yaptı müzik listelerine. Yarışmamıza İsveç'ten katılan bu dj, puanları sarı masaya kazandırmakta oldukça istekliydi ve öyle de oldu. Başarılı bir grafik yakaladı ve bunu ilerleyen senelerde de devam ettirdi. Ama 1998 yılını asıl sallayan grup ATC oldu. Almanya'dan çığ gibi düşen grup Eurodance'in daha ölmediğini göstererek "All Around the World (La la la la la)" isimli şarkılarıyla listeleri kasıp kavurdu. Ülkemizde lunaparkların vazgeçilmezi haline geldi. Bu grupla ilgili bence en önemli olay şu; Eurodance ruhunu tekrar hortlattılar. Hem de ne hortlatma. 98 yılında yapılmasına rağmen ilk dönem Eurodance parçalarından hiçbir farkı olmayan bir parçaydı. Hala da son derece sevilen bir şarkıdır.
ATC -A Touch of Class- (1998)
Gelelim 1999'a. "Europop" albümüyle hayatımıza giren Eiffel 65 isimli İtalyan grup adeta Eurodance'e ikinci baharını yaşatıp çığır açtı. Akımın ömrünü bir nebze olsun uzattılar diyebiliriz. "Blue" isimli, bol mavi adamlı, uzay konseptli müthiş şarkılarıyla ortalığı bir güzel salladılar. Hala dabe daa dabe daa diye zihinlerde yerini ilk günkü gibi koruyan bu muhteşem klasik, Eiffel 65'ın müzik dünyasına geçtiği 10 üzerinden 11 olarak nitelendirilebilecek bir kıyak oldu. Çok geçmeden "Move Your Body" i çıkardılar ve yakaladıkları orijinal tarza o şarkı ile de devam ettiler.

Millenium'a girişte artık müzik piyasası değişiyor ve Eurodance dönemi sona eriyordu. Her ne kadar tek tük denemeler de olsa hiçbir zaman o eski, o orijinal tadı veren şarkılar bir türlü yakalanamadı. O kalite bir daha hiçbir şekilde geri gelmedi. Değişen ve gelişen zamanla doğru orantılı bir başkalaşım yaşayan müzik piyasası bir anda 90'ları ve Eurodance'i unutuverdi maalesef. Töre dizisi gibi bağlamak istemiyorum ama durum bu oldu sevimsizler. Hala çoğu insanın gönlünde taht kurduğu için bu unutuluş çok da önemli değil açıkçası. Şimdi daha ilginç bir yere zıplayalım ister misiniz? Türkiye'de eurodance oldu mu?

TÜRKİYE'DE İLK VE TEK EURODANCE DENEMESİ

90'larda son derece kaliteli aranjmanlar olduğunu biliyoruz Türk pop müziğinde. Hele ki şu içinde bulunduğumuz pop müzik piyasası için tek kelime nefes harcamaya bile gerek yok. Embesiller sürüsü. Elle tutulur bir tane şarkı yok. İnsanlar nasıl bu çöpleri dinleyip duruyor derdim ama yok arkadaş. Bizim insanımız tam da bugünkü kepaze pop müziğini hak ediyor. Neyse boklarında boğulsunlar diyip asıl konumuza geçelim.

Eurodance'in Türkiye'de 1 tanecik de olsa bir örneği var arkadaşlar. Ve emin olun öyle boş beleş, dikkate alınmayacak bir örnek değil. Aksine resmen dünya kalitesinde, son derece ince bir Eurodance şarkısıdır kendisi. Tabi icra edenin aileden beridir müzikle uğraşması, mutfaktan gelmesi de bu durumu törpülüyor. Daha fazla uzatmadan ismi açıklayalım. Mustafa Sandal...

Evet sevimsizler. Yaşlanmazgillerin bir numaralı ismi Mustafa Sandal'ın ilk albümü olan -ki bence kendisi en iyi Türk pop müziği albümüdür- 1994 yılındaki "Suç Bende" albümünde "Dokunsana" diye bir şarkı var. Size yemin ediyorum, ben bu işten biraz anlıyorsam ortalamanın gayet üstünde bir Eurodance denemesi. Kendisini böyle bir şey yaptığı için tebrik ediyor ve bir nebze de olsa gurur duyuyorum. Sıklıkla eskilere gidip dinlediğim bir şarkı olmuştur kendisi. Müzik bilgisine, kültürüne sağlık diyelim Musti'nin.

Şimdi söz verdiğim top 50 listesini de yazıp konuyu kapatacağım. Siz ne derece dinlersiniz, ne yaparsınız, ne edersiniz size kalmış dostlarım. Kaliteli müzik seven herkese sevgilerimle...

TOP 50 LIST

1) Nightcrawlers - Push The Feeling On
2) Captain Hollywood Project - More And More
3) La Bouche - Sweet Dreams
4) SNAP! - Rhythm Is a Dancer
5) Haddaway - What Is Love
6) Dr. Alban - Sing Hallelujah
7) Fun Factory - Pain
8) La Bouche - Be My Lover
9) Mr. President - Coco Jambo
10) Ice MC - It's a Rainy Day
11) BG The Prince Of Rap - The Power of Rhythm
12) Corona - Rhythm of the Night
13) Gala - Freed From Desire
14) Culture Beat - Mr. Vain
15) John Scatman - Scatman
16) Venga Boys - Boom Boom Boom Boom
17) Magic Affair - Omen
18) ATC - All Around the World
19) SNAP! - Power
20) Technothronic - Pump Up the Jam
21) Blümchen - Boomerang
22) U96 - Das Boot
23) Cappella - Move On Baby
24) Eiffel 65 - Blue
25) Eiffel 65 - Move Your Body
26) Amber - This is Your Night
27) Basshunter - All I Ever Wanted
28) E Rotic - Max Don't Have Sex With Your Ex
29) 2 Unlimited - Twilight Zone
30) Alexia - Uh La La La
31) Black Rose - Melody
32) Loft - Love Is Magic
33) Hit the Floor - Energizer
34) Double You - Run To Me
35) Centory - Point of No Return
36) Sash - Ecuador
37) Double Dare - We Belong
38) Baby D - Let Me Be Your Fantasy
39) N Trance - Set You Free
40) JX - Sonf of a Gun
41) Masterboy - Feel the Heat of the Night
42) Basic Element - Secret Love
43) Dune - Can't Stop Raving
44) Activate - Let the Rhythm Take Control
45) Whigfield - Saturday Night
46) Strike - U Sure Do
47) Jinny - One More Time (Night Mix)
48) Alex Party - Don't Give Me Your Life
49) Critical Mass - Burning Down
50) Interactive - Forever Young

Bir dahaki yazıda görüşene kadar kendinize iyi bakın sevimsizler. Umuyorum sizi biraz olsun eskilere götürebildim. Nostalji aşkınız için ve zamanınız için müteşekkirim.

Haydi eyvallah!