Mood Player

26 Mart 2015 Perşembe

Throwback Thursday: Parliament Sinema Kulübü (Kuşağı)

Akşam yemeğinizi yediniz mi? Afiyet olsun.

Şöyle ailecek televizyonun karşısına kuruldunuz mu peki? Güzel.

Evet ailecek dedim. Ne oldu ki? İnternet yok, twitter yok, facebook yok, whatsapp yok, snapchat yok, çüktagram yok. Hiçbiri yok şu anda. E siz de ne yapacaksınız, biraz aile eşrafı gül cemalinizi görsün bari. Sobayı da yakın üşümeyin. Ya da kaloriferi birazcık daha harlayın.

Bu arada selamlar güzel insanlar. Bugün yine sizin için çok sevimli, pek tabi ki de nostaljik mi nostaljik bir konu hazır ettim. Beğeneceğinizi umuyorum. Aslında nasıl diyeyim, bu konu birazcık böyle "Ulaaan hakikaten yaa..." demenizi istediğim ve bu uğurda uğraşacağım bir konu.

Böyle sıcak bir aile ortamı yaratmak istedim o sevimsiz kafalarınızda ki, üzerinde duracağımız bu dosya içinize daha da güzel işlesin. Osur osur ipe diz olmasın. Dosya diyorum çünkü demin eski X-Files bölümlerinden bir tane gömdüm. Ajan Scully ve Mulder da bu dosyanın peşindeler o yüzden. Bu arada ek bir bilgi vereyim onun da çekimlerine tekrar başlanmış. FOX duyurdu bunu. Neyse dağılmayalım. Sıcak çaylı ve bol kurabiyeli ortam dedik.

Bilir misiniz, eskiden televizyonlar ne kadar güzeldi. Hep doğru düzgün programlar vardı. Böyle entrikalar yoktu. Bu sefer seks-i memnu örnekleri vermeyeceğim merak etmeyin. Ne bileyim Türk filmleri vardı her akşam güzel güzel. Programlarımız vardı. Çoğu evde de tek bir televizyon olduğu için bunların daha bir önemi vardı. İzlenilen film üzerine yorumlar, güldüren veya düşündüren programlar üzerine sohbetler falan. Mesela Tutti Frutti çok düşündürürdü. Şaka şaka lan. Ehe.

Eskiden sinema büyük lükstü arkadaşlar. Bu analarınızın, babalarınızın topluca sinemaya gitme hikayelerinden de rahatlıkla anlaşılabilir zaten. Hele ki yabancı filmler...Bir de bilirsiniz, bizim millet pek sever yabancı filmi. Diğer uluslara nazaran daha bir farklı bakar. "Gavur yapıyor hammısını..." türevinde bir çok tepkiler mevcuttur. Evet, gavur gerçekten de yapıyor. Hatta gavur öyle bir yapıyor ki bizde de bir döneme damga vurmayı başarıyor. Başlıkta da belirttiğim üzere konumuz Parliament Sinema Kulübü...

PAZAR BANYOSUNDAN HEMEN SONRA 

Peki bu sinema kulübüne nasıl giriliyor? Nasıl üye olunuyor? Aslında bilmeyenlere en enteresan yerlerimden bir manifesto yazıp, ahan da üyelik şartları bunlardı diyesim var ama ı ıh. Bu kulübe televizyonu olan her insanoğlu davetliydi arkadaşlar. Yapmanız gereken tek şey o heybetli ve camlı kutulardan almaktı. Kulübe üye olduktan sonraki düzenlemeler tamamen sizin inisiyatifinizde olan şeyler.

1 Şubat 1992 bu kuşağın ilk yayın tarihi oluyor. Bana kalırsa başarılı diyebileceğim bir film olan 1989 yapımı Batman ile. Hani Jack Nicholson'lı falan. Tabi mevzuya direkt böyle girmek ne derece radikal bir karardır onu pek bilemiyorum. Şimdi Tevfik ağabey hanımı çocukları toplamış, işten yorgun argın gelmiş, nedir bu diye bir bakıyor, garip gurup adamlar. Siktiri çekecektir muhtemelen. Ama olsun. Belki de sevdi o filmi Tevfik abi. Belki hanımı ve çocukları da sevdi. Kimse bilemeyecek...

Yayın hayatı 4 sezon sürmüş olan bu kuşak -ki o zaman çok sevgili peder beyciğim de Star TV'de idi- gün geçtikçe ciddi manada ilgiyle beklenir olmuştu diyebiliriz. Her Pazar kimileri için bir aile saadeti, kimi aile üyeleri için de stres kaynağı o bilindik müziği ile başlardı. Aslında çok güzel bir müziktir o ya. Hatırlamak ister misiniz? O zaman şuraya bırakıyorum hemen:

https://youtu.be/2XeyWFoNZQc

Eğer dinlemişseniz son derece romantik, kadife bir şarkı. Ablamızın sesi gayet hoş. Peki neden stresliydi? Şunun için stresliydi. Bu müzik o dönemin çocuk ve ergenleri için bir "yat borusu" dur. Banyodan sonra bu sesi duyan bahsettiğim yaş grupları, yarın okulun sevimsizliğini ve erken uyuyup "Acaba içeride hangi filmi izliyorlar?" düşüncesinin beyinleri kemirdiği eşsiz bir yolculuğa doğru sürüklenirler. İçeride büyükler filme dalarken muzdarip olanlar da uyumak zorunda kalırlar. Bu devri daim uzunca bir süre devam etti bahsettiğim gibi. 30 Nisan 1995'te Cyberjack filmi ile sona erdi. Arada derede 97'ye kadar kanalda bu kuşağı gördük ama. Ufak bir tat olsun diye araya atılmışlığı vardır muhtelif zamanlarda. Kendi düşüncem iyi de olmuştur. Dediğim gibi sinemanın nispeten lüks olduğu o yıllarda çoğu ailenin dünya sineması ile tanışmasında oldukça önemli bir etken olmuştur. İnsanların ufkunun bir nebze de olsa daha uzaklara yelken açabilmesini sağlamıştır. Hele ki film güzelse aile içinde geçirilen hoşça bir vakit. İletişimin olduğu sıradan ve samimi bir Pazar akşamı... Sizi bilmem ama şimdiyle kıyaslandığında sanki bazı farklar varmış gibi geliyor bana. Zaten o yüzden yazıyorum. Belleğinizde bununla ilgili hoş anılar varsa eğer, sizi o güzel başlangıç ekranıyla baş başa bırakıp huzurlarınızdan Korkusuz Korkak filminde bombayı görüp, aniden koşmaya başlayan topal Hüsnü gibi uzuyorum. Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle uçan tekme dolusu sevgiler yolluyorum sevimsizler.

Parliament Sinema Kulübü Pazar Gecesi Sinemasını Sunar...

Hoşçakalın!

24 Mart 2015 Salı

Life With Louie, Samimiyet ve Andy Anderson Replikleri

Selamlar olsun nostaljiyle yanıp tutuşan insanlar. Yine bugün iki arada bir derede eski şarkılara dadandınız, en sevdiğiniz eski dizilerden 2'şer 3'er dakikalık da olsa kesitler izleyip güldünüz, olmadı derin derin iç geçirip sinek ilacı kamyonetinin arkasından koşuşturduğunuz günleri hatırladınız öyle değil mi? Değil mi dedim? Evet, öyle.

Günlük hayatın koşuşturmacası içinde bazen kendimize masum, samimi ama biraz da eskiye dönük güzellikler aradığımız oluyor zaman zaman. En büyük hakkımız diye düşünüyorum. Sonuçta taşlı, tozlu, dikenli olsa da güzel zamanlardan geldik hepimiz. Eğer biraz olsun içinize bir mayhoşluk, böyle kuru fasulye pilavı gömdükten sonra gelen o güzel rahatlığı verebilmeyi amaçlıyorum. Yine bugün, bunun için uğraş vereceğim. Tabi ki beğenmek zorunda değilsiniz. Şu an bunu söylerken beni tanıyan sevgili dostlarım yüzümün aldığı hali tahmin edeceklerdir. Ehe.

Çoğumuzun hatta dürüst olmak gerekirse aklı başına gelip, kendi tuvaletini kendi yapabilme olgunluğuna ulaşmış her bireyin hayatında önemli bir eğlence aracı vardır. Ne midir? Çizgi filmler tabi ki! Size şu kadar söyleyeyim, hepinizin favori çizgi filminden sıra sıra bahsedeceğim bu blogda. İlla ki o bahsedeceklerim de biri sizin de favoriniz olacaktır. "Aha bu lan valla bu!" dedirteceğim size. Hiç merak etmeyin. Bugün bu hususta ilk sırayı kendi "en"ime ayırmak istedim. Louie Anderson sevgili sevimsizler. Biliyorum ki kendisini antipatik veya itici bulan insan sayısı yeryüzünde pek az. Hele ki o güzel ailesi. Bugün size Life With Louie'den bahsedeceğim. Nasıl, içiniz şimdiden bir kıpırdadı mı? Adnan Bey'in, Bihter'i vurduğu sahnedeki kadar oldunuz mu? Olmadınız mı? Size de yaranılmıyor anasını satayım. Ama olsun, deneyeceğim.

Dediğim gibi hepimizin elbette ki geçmiş dönemlerde favori çizgi filmleri olmuştur. Saat saat sırasını tuttuğumuz, tatil günlerimizde bile uykumuzdan feda ederek televizyonun karşısına kurulduğumuz, kalbimizi çalan ve binbir emek sonucu ortaya çıkan güzel uğraşlar. Şimdi ki gibi 2 animasyonla rezil edilmeyip, öncelikli amacı çocuklara güzel bir hayal gücü hediye etmeyi amaçlayan, kitleleri peşinden koşturanlardan bahsediyorum. Ciddi anlamda düşündüğünüzde yeni nesilin neyi var ki? Abuk subuk bir sürü saçmalık. Ama bize biri kalkıp da "Senin en sevdiğin çizgi filmler hangileriydi yahu Mükremin?" dediği zaman sayacaklarımızı bir düşünsenize...Şirinler'den Sevimli Kahramanlara, Spider-Man'den Ninja Kaplumbağalara, Tsubasa'dan Pokemon'a daha bir yığın muhteşem örnek. Hepsinin de hala dünyada çok ciddi fanları var ve filmleri bile yapıldı. Bu yeni nesile ne yapıldı? Neyse. Onu da anlayan anladı.

Life With Louie 2 Grammy Ödülü kazanmış bir çizgi dizi arkadaşlar. Konuyu iyice deşmeden önce bu önemli detayın aklınızda bir yerde kalmasını istiyorum. Hatta kışın kaban cebinde bulup da mutlu olacağınız bozuk para gibi kalsın istiyorum. Umarım kendimi iyice anlatabilmişimdir. Zira çok güzel irdeleyeceğim bu konuyu sizin için. Çünkü Louie, son derece derine inilmesi gereken, inanılmaz inceleri olan bir karakter. Bu doğrultudaki kurgusuyla da bunca gönüle taht kurmayı başarabilmişti zaten. Sibel Can'ın "Taht kurmuşsun kalbime, en güzel yerindesin" gibi olmasa da kurmuştur yani.

TİPİK BİR TÜRK AİLESİ GİBİ

Evet kahramanımızın bize bu derece sıcak gelmesinin en önemli etkenlerinden biri onun ailesi en şüphesiz. Arkadaş çevresi de böyledir tabi ki. Ama biz önce aileyi birazcık inceleyelim. Tabi ki burada bile sırıtmaya başlayanlarınız olabilir Andy'i düşünerek. Zira kendisi apayrı bir konu, bir antropolojik tezdir. Şöyle bir baktığımız zaman bize sempatik gelen en önemli ayrıntı, bu ailenin oldukça kalabalık oluşu. Mübarekler bizim Kaygısızlar yok mu, aynı onlar gibi. Hepsi aynı anda zıplasa deprem olur. Bir de şöyle bir ufak not düşelim, asıl isim "Louis" olarak geçiyor. Kendi sevimli görünüşündendir ki, "Louie" olarak evrilmiş. İyi de olmuş. Aileye ve çizgi film içerisinde sürekli gözüken karakterleri bir inceleyelim derim ben. Sizin de ne dediğiniz beni ilgilendirmez. O yüzden başlayalım:

Louie Anderson: Esas oğlan, büyük kahraman, kimi zaman aşk adamı, kimi zaman tam bir çılgın

Ora Anderson: Çizgi film dünyasındaki en tatlı, en anaç kadıncağız olabilir bu. İzlerken bile o şefkati size verebiliyor, yumurta şeklinde, tatlı patates aşığı bir tontoncuk

Andrew "Andy" Anderson: İşte hakkında kelimelerin yetmeyeceği, çoğu zaman asabi, ailesinin gözünün içine bakan, her bölümde bize hatırlattığı gibi savaş gazisi, sıklıkla "Bunu duydum!" diye söylenen muhteşem kişilik

Tommy Anderson: küçük bir topaç kadar atılgan, kızıl kafalı, son derece asabi ama bir o kadar tatlı, ölünün götünden pamuğu bile çıkarabilecek olan Louie'nin küçük kardeşi, hatta ailenin en küçüğü

Michael "Mike" Grunwald: Louie'nin en eski ve en yakın kankası, bu arkadaş her grubun içinde bulunan o espirili, fırlama kopillerdendir, burun yapısıyla da Sürmeneli olduğunu düşünüyorum

Jeannie Harper: Louie'nin en büyük aşkı, en büyük sevdası, yılmaz koruyucusu, besleme saçlı kezbanımız

Toddler: Bu da böyle Louie'nin olmasa da olur dediğimiz, okeye dördüncü, kahvede oralet içen tipteki arkadaşı

Glen Glenn: Mahallenin en azılı kabadayısı, bu konuda babasını rol model seçmiş, Louie'e "ovalama saati" ile kabus olan, çoğu zaman onu donundan ağaca asan, anasına çok düşkün şişman Rambo

Bayan Halloren: Loue'nin ilk okulunun psikopat müdiresi, Wisconsin'de Jen Glenn'den sonra en korkulan Yarmagül

Henrieatta Shermann: Andy'nin hakkında methiyeler düzdüğü (anlatacağım), Ora'nın tonton annesi, Louie'nin de nesi oluyor artık siz tahmin edin. Tabi ki eniştesi.

Biber: Loue'nin evcil hayvan diretmesi sonucunda ailenin maddi durumundan ötürü alınabilen japon balığı, cheescake yemeyi çok sever kendisi, bir de çok ağır abidir, akvaryumunun arkasında Selvi Boylum Al Yazmalım afişi durur

Ve Louie ile Tommy hariç 11 çocuk daha. Toplamda 13 çocuk. Yan karakterlere çok fazla girmek istemedim. Bir zahmet izleyin de onları da siz görü, sürpriz olsun. Hem de gülün bir güzel.

Petibörünüzü çaya batırın, devam ediyoruz.

AH O ESKİ YILLAR, BENİ BU AKŞAM AĞLATTILAR

Hikayemiz Wisconsin kasabasında geçmekte. 1960'lı yılların ilk zamanlarında geçiyor. Hatta 1961'de. Günümüze öyle güzel uyarlanmıştır ki, bu zamanı izlediğimiz dönemle karıştıranlar olmuştur. 1994 senesinde bir yılbaşı bölümüyle hayatına başlıyor Life With Louie serisi. Aslında 3 sezon olarak lanse edilse de pek sevgili Louie Anderson ağabeyimiz bu ilk bölümü de sezondan sayıyor ve maceranın 4 sezon sürdüğünü dile getiriyor. O ne derse o. O kadar.

Size ilk açılış sahnesini hatırlatayım hadi:


Vay bee...
Bu sahneden sonra dev cüssesiyle bütün kadrajı kaplayıp bize babasından bahsediyor Louie. Ve burada gerçek halini görüyoruz. Hiç mi hiç görmeyenler var mı? Olabilir. İşi garantiye alalım bir gösterelim.
Bu da bizzat kendisi oluyor
Bu soru işaretini de giderdikten sonra devam edebiliriz. Günümüzde oldukça eski bir zamanda geçiyor bahsettiğim gibi. En güzel tarafı bu dönemi ve şartları bize harika bir şekilde yansıtması. Gerek çevresel gerek sosyal açıdan en ufak bir ayrıntı bile atlanmamış. Örneğin; uzaktan kumanda olmadığı için, bir saniye bir saniye...Şimdi bunu okuyan daha ufak yaşta çocuklar da olabilir. Uzaktan kumanda yokmuş diye şoka girmesin çocuklar. Ama yoktu kardeşlerim. Yaaa işte böyle...(Andy sesi ile)

Örneğime tekrar döneyim. O eski televizyonun kanalını değiştirirken kopuk olan düğmeyi kerpeten ile çevirmesi mesela. Bu çoğumuzun evinde de olmadı mı? Çok ufak bir ayrıntı olarak gözükse de aslında ne denli önemli bir dokunuş. 
Uygulamalı olarak görelim değil mi?
Donut manyağı olan bu güzel esas delikanlımızın hayatı özellikle bizim nesil olmak üzere, defalarca şahit olduğum gibi yaşı büyüklere de son derece kendini sevdirmişti. Gerek karakterlerin mükemmel çizimleri, gerek espriler ama bence en önemli unsurlardan biri de Türkçe yapılan dublajı. Hala ülkemizde dublaj adına yapılmış en iyi işlerden biri olduğunu düşünüyorum. Louie'nin "r" harfini "y" olarak telaffuz etmesi tamamıyla dublajda doğaçlanan bir durum. Ve ekstra bir sevimlilik katıyor duruma. Emin olun orijinalinde böyle bir durum söz konusu değil. Aynı zamanda Louie Anderson, babası Andy'i de seslendiriyor.

Çocuklar için son derece yapmacıksız ve doğal bir ortam sunuyordu Life With Louie. Gerek arkadaşlık gerekse aile ilişkileri son derece samimi, son derece ciğerliydi. Kendi ailelerimizde bile baş gösteren sıkıntılar -ki buna ölümler de dahil- son derece güzel bir şekilde anlatılmıştı. İşte bu bakımdan hiçbir zaman sabit bir kitlesi olmadı Life With Louie'nin. 8 yaşındaki bir çocuk da kendinden çok şey bulabilirdi, 55 yaşında bir insan da. Bu arada ana müzik dahil inanılmaz jazz tonları vardır seri içerisinde.

Okul, öğrenciler, zenginler, fakirler, sıkıntılar, mutluluklar her şey vardı burada. Kadın erken genç yaşlı, küçük büyük ihtiyar, kızlar delikanlıkar ve sevimli çocuklar gibi oldu ama o başka yazıda gelecek. O tadı verirdi ama bu güzel çizgi film. Okuldan dönerken sırtarma sebeplerimden biriydi. İzleyip o modla dışarı fırlayıp akşama kadar koşturmak hoş oluyordu. Aynı zamanda Louie yemekleri çok sevmesinin yanında çok usta da bir aşçıdır. Hani hatırlayan var mıdır o muhteşem pizza olayını. Şöyle bir göstereyim:
Dahiyane değil de ne?
Evet...Evde elektrikler olmadığı için donmuş olan pizzayı bu şekilde ısıtmıştı fırıldak kardeşi ile. Sonra da anne ve babasının yatağında yemişlerdi kendi yataklarını kirletmemek için. Çünkü geliri düşük ailelerde senin olan çok önemlidir. Bir kere ya olur ya da olmaz. Oldukça güzel işlenmiş bir temaydı. Dedik ya başlıkta da, samimiyet. Günümüzün en büyük eksikliği.

Peki biz Louie Anderson ile nasıl tanıştık? Aslında geç tanıştık diyebiliriz. Daha sonraları değineceğim Nickelodeon, 90'ların dünya genelinde en iyi çocuk kanalıydı. Bizi de bir dönem esir etti. Ama 2000'li yıllara girmeden önce bir baktık ki, o hep bastığımız kanaldan yok oluvermiş. Kayıplara karışmış. Yerinde "Fox Kids" diye bir kanal. Daha sonraları "Jetix" olarak devam edecekti. Louie'ye ilk burada merhaba deme fırsatı bulduk. İyi ki de bulmuşuz. Son derece güzel bir karşılaşma oldu. Şahsen, kendi çocuğuma bile izletmek istediğim bir şey bu benim. Sevimsizler. Okuyorsunuz değil mi hepsini? Okuyun.

Ee duygusallık tarafını bırakalım. Hikayeyi de az çok -tabi hiç bilmiyor iseniz- öğrendiniz. İzleyip izlememek size kalmış. Ama artık biraz da yaran kısımlara geçmek istiyorum. Evet, Andy Anderson'a. Dediğim gibi onu anlatmak için kitap yazmak falan lazım herhalde. Ben size sadece az buçuk en sevdiğim repliklerden bahsedeceğim. Savaş gazisi, ailesinin aşığı, tam bir asabi aile babası işte. Yazı da böylelikle bitmiş olacak. Çaylarınızı tazelediniz mi bilmiyorum ama tazelememişseniz hadi bir gidin gelin.

Çok şekerli içiyorsun, koyma o kadar şeker. Neyse. Hazır mıyız repliklere? Başlayalım.

TEK BAŞINA ORDU ANDY ANDERSON

*Gaziler geçitinde bozulan arabası yerine doğum gününde ona yenisini alırlar. Kutlamak için de sabah pastayla odasına girerler. Mumları yakarlar ve "Sürpriiiiz!!!" diye çığlık atalar. Andy bağırarak bastayı duvara fırlatır ve şöyle bir konuşma geçer:

- Baba bu senin yaş günü pastandı! Bu bir sürprizdi!
Andy: Tabii Pearl Harbor da öyleydi.

*Ailecek yılbaşı ağacı almaya gidilecektir ve Andy tabi ki de pazarlıkta olan ustalığını konuşturmak için sabırsızlanıyordur. İnanılmaz bir satın alma başlar:

Andy: Hey sen, bu ağacın fiyatı ne kadar?
- 35 dolar efendim.
Andy: NE! Bu kadar paraya eve getirip kuruyor musunuz? Sana bunun için 3 dolar veririm.
Louie: Aman tanyım! Bu benim babam olamaz!

Aynı bölümde Bayan Stillman'ın evini süslemek için gizlice operasyon halindelerdir. Louie içeri bakar ve Stillman'ın yılbaşı ağacı olmadığını görür

Louie: Hey baba! Bayan Stillman'ın yılbaşı ağacı yok.
Andy: Evet. O bizden 35 dolar daha zengin.

*Büyükannenin geldiği bölümlerden birinde Andy mutfakta yemek yapmaktadır. (ek bilgi vereyim; Andy savaşta mutfak bölümündeydi ve poposuna saplanan bir şarapnel parçası ile gazi olmuştur.) Büyükanne de sabırsızlıkla makarnayı bekler ve yemekler servis edilirken şöyle bir konuşma geçer:

Louie: Bu makayna bayat.
Andy: Sen neden söz ediyorsun?!
Henrietta: Louie bana iyi göründü.
Louie: Ama yeşil ve küflü.
Andy: Bu ıspanaklı makarna! Ben savaştayken her şey yeşildi. Yeşil makarna, yeşil patates, yeşil marul...
Louie: Mayul yeşil oluy baba...
Andy: A tabiii tabi öyle olur. Bunu biz başlattık!

*Buzdolabının bozuk olduğu bir gün dışarıda yemek yemeye giderler ve savaş gazisi kuponu sorarken bir yandan da yemek listesine bakmaktadır. Çin resteoranında oldukları için Louie de çubuklarla oynuyordur:

Andy: Çubuklara dikkat et! Ben savaştayken 1 ay çubuklarla vahşice işkence gördüm. Yanında kaşığı olmayan bir kase pirinç...Açlık çektim açlık!

Aynı bölümde Andy üstün mekanik bilgisiyle bozulan buzdolabını tamir etmek için altına girer. Louie de onu görür ve şöyle bir konuşma yaşanır:

Louie: Hey baba. Bu haydal mı?
Andy: İyi bildin. Bu bi buzdolabı. Burada sana tanıdık gelen bir çok şey görebilirsin.
Louie: Hayıy yani dudağının üstündeki. Buzdolabını tamiy ettiğini sanıyoydum.
Andy: Tabi aynı zamanda tamir de ediyorum. Biliyor musun Louie, ben küçükken el feneri yoktu. Elektrik bile yoktu. Güneşe ayna tutup yansıtman gerekiyordu! Ben babama böyle yardım ederdim.
Louie: Mağaya yesimleyi yapayken mi yani?
Andy: Bunu duydum!!!

*Louie, biricik babasıyla dertleşmek için ona tahıllara karşı alerjisi olduğunu söyler. Dertleşme aynen şöyle olur:

Louie: Hey baba duydun mu? Tahıllaya karşı aleyjim vaymış.
Andy: Yiyeceğe karşı alerji mi!?! Biliyordum. Onları mahkemeye vereceğim!
Louie: Yestoyanı ve pizzacıyı mı demek istiyoysun?
Andy: Haaayır! Annenin soyunu! Onlar her şeye karşı alerjiktir. Hem alerji seni olgunlaştırır. Bak bana. Bak bana! Görüyor musun?
Louie: Senin neye aleyjin vay baba?
Andy: Sıkıntı veren sorulara...

*4 Temmuz kutlamaları için yapılacak havai fişek gösterisi bir türlü başlayamamıştır ve Andy, işe el atma ihtiyacı hissetmiştir. Aynı zamanda yanlışlıkla havai fişek yığının olduğu barutu yakmıştır. Ama farkında değildir ve insanların kaçışmasından rahatsızlık duyar:

Andy: Vatan hainleri kaçıyorlar! Aaah eski günler ah! Eski günler...CANINI SEVEN KAÇSIN!

*Bir sabah tatile giderken komşuları uyandırmıştır ve şöyle bir diyalog yaşanır:

- Hey saat sabahın 4'ü!
Andy: Saat söylemeyi de bilirmiş...
- Kesin sesinizi ikiniz de kesin!
Andy: Bana kes sesini diyemezsin! Sen kes sesini!
- Hey Anderson biz burada uyumaya çalışıyoruz!
Andy: (arabayı çalıştırıp kornaya defalarca basarak) Günaydın milleeet! Bir hafta yokuz bizi çok özlemeyin!

*Wisconsin'de inanılmaz bir sel olmuş ve eyalette seferberlik ilan edilmiştir. Andy'nin Jensen'ların köpeğinden bahçeyi korumak için yaptığı büyük duvarlar seli geride tutmuştur. Dolayısıyla Andy bazı durumlardan habersizdir ve aşağıda tv kanallarını zaplayarak bağırmaya başlar:

Andy: Şu işe bak be!
Louie: Neley oluyoy baba?
Andy: Sel kanalların içinde bulabildiğim tek şey. Şuraya bak! Sel sel seeel. Neler oluyor!?!
Louie: Hey yeyde sel vay baba.
Andy: Sen neden söz ediyorsun? Dışarıda sel yok.
Yukarı çıktığında yaptığı duvarın seli geride tuttuğunu görür ve gururlanarak şöyle der:
- Tabii bunun için yapmıştım ben onu. Aynı tekniği Alabama Nehri'ni yönlendirirken de kullanmıştım.

Aynı bölümde fırtına kuvvetlenirken okula giden öğrencilerin içinde tabi ki Louie de vardır. Ve havadan şikayet ederken Andy atılır:
- Sen buna fırtına mı diyorsun? Ben bu havalarda güneş banyosu yapardım! Endişelenmene gerek yok hadi okuluna git.

*Golf oynarken attığı top arabanın camını kırmıştır ve tabi ki buna da bir serzenişi vardır kendisinin:

Andy: Hangi aptal golf sahasına bu kadar yakın park eder?
Louie: (dürbünle bakarak) sen baba.

*Louie, konuşma yapmak için Washington'a davet edilir ve Andy'de onunla birlikte gider. Başkentin vermiş olduğu gazla savaş anılarını anlatırken asker arkadaşı ve savaştaki çoğu anısının baş kahramanı olan Dwight Eisenhower'ı görür. Heyecanla yanına gidip savaş yarasını göstermek için pantolonunu indirir ve korumalar tarafından etkisiz hale getirilir. Daha sonra Louie'ye bu konu hakkında güzel bir nasihatte bulunur:

Sana bir öneri Louie, hiçbir zaman bir dünya liderinin önünde pantolonunu indirme.

*Andy, doktora gittikten sonra biraz forma girmesi gerektiği konusunda uyarı alır. Kendine bir şeyler bakmak için spor malzemeleri satan bir mağazaya girer:

Andy: NE! Dumbell 99 dolar mı? Bunu almak için insanın kendisinin dumbell olması lazım?

*Andy üstün spor bilgilerini Louie'e de aktarmak istemektedir ve bunun için garajda hazırlık yapmaktadır. Louie de onun yanına gelir:

Louie: Hey baba. Bu nediy?
Andy: Büyükannenin meyveli kekleri.
Louie: Onlayı yiycek miyiz?
Andy: Hayır. Bu seni öldürür. Kaldıracaksın. 3x8 yapacaksın hadi başla bakalım!

*Andy, garajda çok sevgili arabasını tamir etmektedir ve Louie'de ona yemeğin hazır olduğunu söyler:

Louie: Hey baba, yemek hazıy.
Andy: Ödevini bitirdin mi bakayım?
Louie: Evet.
Andy: Güzel! Öyleyse bana yardım edebilirsin.
Ertesi Gün
Andy: Ödevini bitirdin mi?
Louie: Hayıy. Kesinlikle bitiymedim.
Andy: Sana kaç kere yemekten önce ödevini bitirmen gerektiğini söylemek zorundayım he!? Ceza olarak bana yardım edeceksin!

*Asla yerinden kıpırdayamayan ama "Bu bir klasik!" sözüyle her seferinde savunması yapılan biricik araba için satış teklifi olmuştur. Hem de baya yüklü bir teklif...

Andy: O adam ne istiyormuş?
Louie: Ayabayı satın almak istedi. Satılık olmadığını söyledim ona.
Andy: Yine de merak ettim. Ne kadar fiyat verdi bu bebeğe?
Louie: 5 bin dolay.
Andy: NE! 5 BİN DOLAR MI?
Louie: Ama baba, bu ayabayı seviyoysun...
Andy: Anneni de seviyorum ama 5bin dolar...

*Doğum gününde ona binbir zorlukla alınan yeni arabasını geri vermiş ve parasını da geri almıştır. Ailesine bu konu hakkında açılmaktadır:

Louie: Neden yaptın bunu baba?
Andy: Denizci üniforması giymiş gibiydim. Rahat edemiyordum. (kendisi psikopat bir karacıdır ve denizcilerden nefret eder.)

*Dağa kayağa gittikleri bit bölümde her yerde kaydığını ve profesyonel bir kayakçı olduğundan dem vurmaktadır. İnanılmaz bir gururla yaptıklarını anlatır:

-Dalga mı geçiyorsun, bütün dağlara benden sonra adımı koydular. "Andy's" leri hiç duymuş muydun?

*Büyükannenin hastalığından ötürü Louie ve Tommy'i evde bırakıp kışta kıyamette büyükanneye yardıma giderler. Ama Ora ilk defa onları evde yalnız bıraktığı için oldukça tedirgindir ve giderayak uyarı yapmaya başlar:

Ora: Birkaç saat içinde döneriz. Acil durum telefonları buzdolabının üzerinde, Abur cubur yemeyin. 9'dan sonra televizyon yok ve Güney denizlerinde hazine oyununu oynarsanız mutlaka ayakkabılarınızı çıkarın!
Andy: Neden onlara vasiyetimizi de okumuyorsun?

Aynı bölümde hasta olan büyükanneye çok sokulan Ora'ya, Andy kızmaktadır:

-Sana o yaşlı cızırtıyı öpmemeni söylemiştim. Bayramda şeker dağıtır gibi mikrop saçıyor!

Büyükanne: Andy mendili verir misin lütfen?
Andy: Neden koluna silmiyorsun?
Ora: Andy sürahide su kaldı mı?
Büyükanne: Andy ilaçlarımı verir misin?
Andy: Biri bana mermilerimi verebilir mi...
Ora: Andy su çok sıcak!
Büyükanne: Andy çorba çok soğuk!
Andy: YETER! YETER ARTIK BIKTIM İKİNİZDEN DE! Bana ihtiyacı olan olursa, ben sessiz ve sakin olan fırtınada olacağım.

*Kış karnavalı oyunlarında Wisconsin kaşar peynirini temsilen bronzdan bir dilim yapılmıştır. Yarışmada aileler bu dilimi bulmak için uğraşacaklardır. Andy'nin bir fikri vardır. İç cebindeki fareyi göstererek:

Andy: İşte benim gizli silahım!
Louie: Ama baba, peyniy dilimi byonzdan yapılmış.
Andy: Detaylar, detaylar...
Her zamanki baş köşesinde Andy Anderson



Daha da fazla uzatmayayım. Belki bunlar izlemeniz için ya da eski güzel günleri hatırlamanız için bir sebep olmuştur. En azından öyle umut ediyorum. Bu arada bu sayfadan başka nette sağda solda gördüğünüz hemen hemen bütün Andy Anderson replikleri de tarafımdan alıntılanmış fakat kaynak belirtilmemiştir. Eski facebook hesabımdan (ç)alınmıştır. O zamanlar not ekle falan diye bir sistem vardı biliyorsunuz. Oraya yazardım. Ama iyi de olmuş. Baya bir yerde görüp, böyle bir klasiği sevenler olduğunu bilmek beni çok mutlu ediyor.
Bu da Louie Anderson'ın şahsi facebook hesabından paylaştığı aile fotoğrafları...Andy'i kaçırmak imkansız.
Son olarak demiştik ya, Türkçe dublajı neredeyse orijinalinden bile daha iyidir, sevilmesinde büyük katkısı olmuştur diye. Bu emeği veren sanatçılarımızdan da bahsetmeden olmaz. Öyle bitireyim yazıyı. Buyursunlar:

Andy Anderson - (Atilla Olgaç)
Louie Anderson - (Uğur Taşdemir)
Ora Anderson - (Özden Ayyıldız)
Tommy Anderson - (Berrak Kuş)

Ve bir yazının daha sonuna geldik sevimsizler. Umarım ayırdığınız vakte değmiştir. Sonuna kadar okuduysanız ben de sizin değerli vaktiniz için teşekkür ediyorum. Yeni bir yazıda görüşürüz umarım. Görüşene kadar da çayın içine petibör bandırın, kendinize iyi bakın.

Hadiyin eyvallah!







20 Mart 2015 Cuma

Eski Number 1 TV, Yabancı Müzik ve Pepsi Mega 5 Günleri

Yeniden selamlar olsun size sevgili nostaljisever dostlarım. Of bee. Ali Rıza Binboğa gibi girdim yemin ediyorum. Durun dağılmayın sakın ha.

Bugünkü yazımda sizlere bir dönemin kaliteli müzik dinleyebilmesini sağlamış güzel bir kanal ve programdan bahsedeceğim. Dönem de gayet güzel bir dönemdi elbette ki. Ama döneme uygun olarak bir şeyler yapmaya çabalayan bazı kurumlar var ki, insanın aklının bir köşesinde kalıveriyor her zaman olduğu. Bunun zaten değişmez bir kaide olduğunu düşünüyorum. Eğer ki globelleşip hepten boka saran güzelim yerküremizde bazı şeylere ayak uyduramayıp yok olup gitsen de, doğru yaptığın şeyler ile 3-5 insanın aklında kalabiliyorsun. Ben o 3-5 insandan biriyim şahsen. Ve sizlere kendi çapımda bu durumun güzelliklerinden bahsedip, şimdiyle karşılaştırmalı düşünmenizi sağlamak istiyorum. Eğer izin verirseniz. Ne demek izin vermiyorum!? O zaman buyur seks-i memnu izle. TV'de tekrarları vermiş. Haydi ufaktan başlayalım...

Number 1 TV'yi kaç kişi hatırlar? Tamam şu anda da yayında olduğunu biliyorum elbette ki. Ama benim bahsettiğim öyle NR1 değil. Hani ilk zamanlarını falan. Baya böyle ekranın sağ üstünde koca koca beyazla Number 1 TV yazardı. Maalesef görsel bulamadığım için size o Samanyolu kadar logoyu gösteremiyorum ama belki hatırlayanlar çıkar. Severdim şahsen.

Normalde biz, Türk pop müziği olarak şanslıydık. Özellikle 90'larda yapılan aranjmanlarla Türk pop müziğinde gerçekten inanılmaz şarkılar yapıldı. Hepsini dinlemek de çok çok büyük keyif oldu. Bir o kadar güzel klipler çekildi. Düşünün ki ilk eurodance örneğini bile gördük o dönemde biz (Mustafa Sandal - Dokunsana). Bu bakımdan çok şükür müzik dinlemek için bir sıkıntı çekmedik. Peki iş yabancı müziğe gelince? Daha doğrusu yabancı müziği yurdum insanı ile harmanlamak için bir katalizör görevi üstlenmeye gelince ne oldu? "Devamı Sıdıka dizinden hemen sonra burada açılayacağım." demeyi çok isterdim. Ama diyemiyorum. Devam ediyorum dolayısıyla.

Bu kısma bir "az sonra" vereyim istedim çünkü potansiyel kanallar izleme şansı doğmuştu insanlara. Nasıl olmuştu bu? Söyleyeyim; kablo TV ile. Kablolu yayın da diyebilirsiniz fark etmez. Çok daha fazla kanalı anteni ayarlamakla uğraşıp akabinde çatıdan düşüp ölmeden veya sakat kalmadan izleyebilmeye başladı insanlar. Tabi ki herkesin sebeplenebildiği bir uygulama değildi bu. Nasıl ki şu anda kimimizin evlerinde dijital platformlar var kimimizin yok, bu da öyle bir durumdu. Dijital platform diyince aklına hemen Cine5, Teleon gibi bir nesli sakat bırakan demirbaşlar gelen olmuştur. İleride abicim ileride. Onlardan da bahsedeceğim. Hemen heyecanlanmayın. Az değilsiniz.

Dediğim gibi bu imkana sahip insanlar biraz dizilerin çoğalmasıyla olsun biraz da yabancı kanallarla birlikte daha da çok yabancı müzik dinleme fırsatı bulmuş oldular. Aslında baktığımızda bu anlamda dünya ile etkileşime girmek gayet güzel bir durum. Çünkü o zamanlar gerçekten de ülkemizde dünya çapında işler dönüyordu. O derece bir kalite vardı. Emek vardı her şeyden önce. Şimdiki gibi seni çüküme takarım orada bilmem kaç tur atarım durumları yoktu yani.

Gel zaman git zaman bu yabancı kanallar sayesinde yabancı müzik hepten yurdum insanına yayılır oldu. Gerçi hiçbiri bir TRT1'de yayınlanan Pop Saati değil tabi. Onu geçelim o yüzden ve ekleyelim. Hatta belli başlı kitleler içinde ayrıldı bu kanallar. Nasıl ayrıldı? Destekçileri bile oluştu denilebilir. Bir hatırlayalım bunları başlıca. VH1, MTV ve gençlik programlarına sıkça yer veren NBC'yi başlıca konumda sayabiliriz. Bir de kitlesel olarak, görsel halde verelim de hatırlaması daha kolay olsun.
Üst düzey yabancı müzik dinlediği düşünülen abla ve ağabeylerin kanalı

Nispeten ergenlerin eğlence kaynağı olan MTV



Çeşit çeşit programlarıyla gençleri kilitleyen NBC

Topraklarımızda Number 1 TV gerçekten zamanının doğru politikasıyla dönemde bu dev kanallara alternatif olabilmeyi başarmıştı. Kendini iyiden iyiye geç dimağlara kabul ettirmişti. İşte bunun en büyük örneklerinden birini anlatmaya geldi sıra. Pepsi Mega 5 listesi.

DİNAMİK VE SAMİMİ

Number 1 TV'nin şöyle de bir artısı vardı her şeyden önce. O da içinde bulundurduğu VJ kadrosu idi. Çünkü gerçekten zamanın en iyi VJ'leri oradaydı diyebiliriz ve kanalın gelişiminde doğrudan etkili oldukları da su götürmez bir gerçek. Tabi ki formatlar olsun, kanal içi politakalar olsun başarılıydı evet ama bunların seyircilere ulaşmasını sağlayan messengerlar da ciddi anlamda iyiydi.

Kimdi peki bu yabancı müzikle tanışmamızda önemli rol oynayan ablalar ve ağabeyler. Bir sıralayalım. Pınar Karpuzoğlu, Emre Başıbüyük, Selin Türkoğlu ve pek tabi ki Burçin Acer.

Onları gün boyunca ekranda görüşümüzün yanı sıra bir de hepsini bir arada Ericsson Life isimli programda izlerdik. O format da nispeten başarılı olduğunu düşündüğüm, sonraki günümüz uygulamaları ile içine sıçılan bir hatıra oldu. (bkz. Multiplayer - MTV[tr])

Gel gelelim Pepsi Mega 5'e. Nedir bu? Kolalı bir şey mi? Oha kolalı jelibon seviyor musunuz bu arada? Sevmeyen sayfayı terk edebilir. Hiç sıkıntı yok. Neyse çok dağılmadan tabi ki jelibondan veya koladan bağımsız bir program olduğunu dile getirelim ilk önce. Sadece sponsorluk, bana para ver olayları bunlar. Çok üzerinde durmaya gerek yok. Hele zaten Coca-Cola'cılar en enteresan yerleri ile gülmüşlerdir bu isme. Kimse kusura bakmasın. Nitekim bu program, son derece güzel bir aparatif olmuştu bize gün içerisinde. Ticari kaygı gütse bile bunu bertaraf ediyor, o yıllardaki samimiyeti için pek üzerinde durmamayı tercih ediyorum. Şahsen okuldan geliş saatlerime de rastladığı için güzel bir sunum ve güzel bir müzik keyfi yaşatıyordu bana. Yabancı müzik ile olan samimiyetimi de körüklüyor idi hafiften. Programda da daha çok Burçin Acer'i görüyorduk. O zamanlar tabi saçları falan var böyle. Her an kaset çıkarıp ünlü olacak bir popçu edasıyla sunardı programı. Zannımca benim aklımda kalmasının en efektif nedenlerinden biri de odur. Ama bence işini gayet iyi yaptı, yapıyor. En azından görsel medyada zamanında böyle insanların olması bence geçmişimiz adına bir artı. Hele şu anki geldiğimiz felaket durumu düşünürsek...

Velhasıl, bu kurumun gerek çalışanları gerekse insanlara yabancı müziği sevdirmeyi ilke edinmesi her zaman hoşuma gitti ve takdirimi topladı. Ben de naçizane, bu yazımda böyle bir konu edindim. Sonuçta eskiden çoğumuzun okuldan gelir gelmez sokağa çıkmadan bi Number 1 TV açıp, azıcık kafa dağıttığı olmuştur diye düşünüyorum. En azından bu yazıyı okuduğunuzda, şu an elinizdeki imkanlardan bağımsız düşünerek bir kıyaslama yapın. Eminim faydasını göreceksiniz.

Ha gitmeden; bam telinize sürttürüp de öyle gideyim. O kadar Pepsi Mega 5 dedik dedik anlattık. En uzun süre 1 numarada kalan şarkıyı hatırlayan var mıdır, bilemiyorum. Ama ben size bir ip ucu vereyim de öyle defolup gideyim. Gelsin madem...

Hehehe...

Nostaljiyle kalın, hoşçakalın sevimsizler.
 

19 Mart 2015 Perşembe

Throwback Thursday: Shawn Kemp

Bu yeni blog hayatımda en önem verdiğim kısımlardan birinin "throwback thursday" köşelerim olacağını belirtmiş idim sevgili dostlarım. Siz değerli sevimsizler. Dolayısıyla da bunun açılışını yapmak için artık doğru zamanın geldiğini düşünüyorum. Hatta konumuza atıfta bulunarak şöyle diyeyim; "tip-off" için her şey müsait.

Bugünkü konumuz zira basketbolseverler ve özellikle NBA hayranlarını çok ilgilendirecektir diye düşünmekteyim. Neden bu konuyu seçtiğimi içten içe soranlar olursa şayet, bu ilk throwback köşesinde normal bir insanı konu edinmek istemedim. Bu alandaki ilk konumu nispeten biraz daha arka planda kalan ama ön plana çıktığı zaman 14 yıl boyunca insanların aklını başından almayı başarmış bir kişiye ayırdım;

Shawn Travis Kemp.

Eminim ki bu yazıyı okumaya başlayan her "gerçek NBA hayranı"nın içerisinde yer edinmiş biridir kendisi. Kim bilir ufaktan belki heyecanlanmış bile olabilirsiniz? Tamam prime-time'daki bir dizi kadar size şehvet ve entrika sunamıyor olabilirim ama en azından deniyorum. Hem bu konuda ben araya yastık koymayacağım söz. Aha yakaladım sizi itiraf edin. Ehe.

INDIANA'DAN ÇIKTIM YOLA

Şimdi ortalamanın üzerinde NBA kültürüne sahip olan insanlar için highflyerları bir gözden geçirelim. Highflyer; adından da anlaşılacağı gibi yüksekten uçan, yani bizim smaç diye tabir ettiğimiz olayı çok estetik bir biçimde yapabilen, hatta ve hatta en zor pozisyonlarda bile hücumu smaçla tamamlayabilen güzide ağabeylerimiz için kullanılan bir sıfat. Peki kimler var bu kategorinin içinde bir düşündüğümüz zaman? Şimdi 2 senedir NBA izleyen ergen osurukları buraya gelip "Bileeykk Griffiiiin" diyecek ve ben de onların kafatasına "Tomahawk"ı zıbam diye indirmek zorunda kalacağım. Dolayısıyla o kardeşlerim biraz beklesin.

Dominique Wilkins, Julius Erving, Darryl Dawkins, Clyde Drexler, Michael Jordan, Spud Webb, George Gervin verilebilecek en güzel ve en doğru örneklerdir. Biraz daha yakın tarihe gelirsek Vince Carter, Jason Richardson, Desmond Mason, Tracy McGrady, Brent Barry, Andre Igoudala, Gerald Green gibi isimleri de sayabiliriz. Ama içlerinde Indiana'dan çıkma öyle bir ruh hastası, öyle bir pota yiyen var ki hepsinden ayrı bir yere koymamak elde değil. Tabi ki de bizim Behlül, Shawn Kemp'ten bahsediyorum. Seattle'da bir maçtan sonra onun eve uçarak döndüğünü görenler olduğunu biliyor muydunuz!? (yoh o kadar yohtur herhalde lan)

NBA YILLARI

2.08 boyunda ve 104 kiloluk birine nazaran Kemp, son derece atletik ve spektaküler bir yaratıktı. 1989 yılı draftinin ilk roundında 17.sıradan, ileride efsanesi olacağı Seattle Supersonics tarafından seçildi. Aktif kariyeri ise 2003 yılına kadar devam etti. Çaylak sezonunda da NBA'deki en genç oyuncu ünvanını almıştı. (20 yaşında idi.)

Gösterdiği inanılmaz performanstan ötürü daha ikinci sezonunda "Reign-Man" gibi bir lakabın da sahibi oldu. Gary Payton ile beraber yakaladığı harika uyumla 1995-1996 sezonunda Supersonics'in, 1979 yılından beridir kırılamayan 64 galibiyetlik rekorunu da kırmış oldular. Ayrıca Kemp, 1994'te altın madalya kazanan Dream Team'in de içinde oldu. 90'ların ortalarında performansı daha da etkin bir hale gelen Kemp, ligde en çekinilen 4 numara oldu desek yeridir. Kolay değil gençler. Kim kendisine bir trenin çarpmasını ister ki?

1990 yılında katıldığı ilk Smaç Yarışması'nda "The Nique" e kafa tutması ile herkesin beğenisini kazanmıştı. Bilgisi olanlar hatırlayacaklardır ki, kendisini epey de zorlamıştır hani o yarışmada. Şimdi bu kahveye dalıp da oranın en afilli abisine "gel bi parti kağıt atalım da alayım ifadeni" demek gibi olduğundan, ecnebiler için de son derece gaza getiren bir durumdu vakti zamanında.

İkinci denemesini nispeten daha düzgün bir zamanlamayla 1994 yılında yapacaktı genç irisi, dağların marabası Shawn Kemp. En azından bir Dominique Wilkins olmayacaktı o yarışmada.

94'teki yarışmada gerek kendi hataları, gerek Isiah Rider'ın içine kaçan şeytan sonucu sapıtması ve o şeytanı potada çıkarmaya çalışması, gerekse de Gary Payton'ın ertesi günü askerden oğlu gelecek gibi verdiği saçma ve telaşlı destekten ötürü yarışmayı finalde kaybetti. Son seçenek belki daha az etkili olabilir ama Gary Payton yine de daha güzel destek olabilirdi diye düşünüyorum.

The Reign-Man 

Saha dışındaki hayatı da bir enteresandı kendisinin. 6 farklı kadından 7 tane çocuğu vardı mesela. Ben hepsini bir apartmanın kapıcılığına verip, yavaştan mahalleyi ele geçirmeye çalıştığını düşünüyorum ama pek bilemiyorum tabi.

Kariyerinin sonlarına doğru Cleveland Cavaliers, Portland Trail-Blazers ve Orlando Magic'te oynamış ardından da emekliliğini açıklamıştır.

Kendisine Blake Griffin hakkında sorulan bir soruyu sizinle paylaştıktan sonra yazımı noktalayacağım gencolar. Şöyledir ki;

Muhabir: Blake Griffin'in smaçlarını nasıl buluyorsunuz? Şu an ligin en iyisi diyorlar?

Shawn Kemp: Smaç derken?

M: Evet biliyorsunuz. Kendisi alley-ooplarda da oldukça başarılı.

SK: Sanırım sen "slaps-inn" den bahsediyorsun. Smaç vurduğun zaman o potanın önce aşağı eğilip, daha sonra normal olarak da hızlıca yukarı çıkması lazım. Orayı titretmen gerekir yani. Smaç budur. Senin anlattığın şeye slaps-inn deniliyor. Topu hızlıca içeri vuruyorlar işte.

Muhabiri bu cevabın ardından hastaneye kaldırmışlar diye duydum. Her neyse, bir sonraki yazıda görüşürüz.

Hoşçakalın!

18 Mart 2015 Çarşamba

Akşama Mortal Kombat Varmış!


Ve ilk yazımla huzurlarınızdayım. Bak oradan John Steinbeck falan alkış tutuyor bana. Yusuf Atılgan ağabey yürü koçum bilmem ne falan diyor. Ne gerek var yahu? Çok güzelmiş. Gerçeklere dönüp sizi kendi zaman makineme bindirip ilk yolculuğa çıkartmak istiyorum artık. Şöyle buğulu, puslu ama bir o kadar da samimi ve muhteşem zamanlara doğru 'taytay' yapalım değil mi?

90'lar çocukları devletin onlara kütürdettikleri yüzünden çoğu zaman bahtsız sayılsalar da aslında pek çok önemli tecrübeler edinmiş bir kuşaktır. Bunu yadsıyan bir insanın pek de doğru düşünmediği kanaatindeyim şahsen. Hatta buna karşı çıkanlara şu hatırlatmayı da yapabilirsiniz; 90'lardan 2000'li yıllara ve günümüze geçiş ne kadar hızlı oldu değil mi? Sanki 30-35 senede anca kat edilip, hazmedilebilecek bir zaman, çok daha kısa bir süreye sıkıştırılıp bize tasmayı geçirmiş gibi oldu adeta. Gerçekten bunu inkar etmek çok mantıksız olur zaten. En basit örneği olarak babanızın GH388'i, cebinize koyduğunuzda o donunuzu aşağı çekerken belki de şu an aynı babanız bir ayfon kaydırıyor elinde. Bu kısmı bir kenara bırakıyorum. Isındık mı biraz? Hala bön bön bakan gidebilir. Kapı şu taraftan 2015'e açılıyor...

Televizyon bizim kuşağımız yani 90'lar için çok önemli bir araçtı elbette ki. Hayal gücümüzün gelişmesine oldukça katkı sağlamıştır. Çünkü o zamanlar bu kadar kalitesiz, bu kadar bayağı yayınlar yoktu. Konsolları da unutmamak lazım. Zira konumuzla doğrudan bağlantılı bir durum söz konusu. Amigaları, Segaları, Atarileri unutmak ne mümkün? Aile eşrafını kilit eden sihirli kutulardı onlar. Çoğu kişiye de ilk elektronik tecrübelerini yaşatmıştır belki de. En basitinden bi kasete üfleyip çalıştırmaya uğraşmışsınızdır. Tabi bu söylediklerim zamanında bu gavur icatlarından nasiplenen zat-ı muhteremler için geçerli.

Atari salonlarının ve Amiganın (daha sonrasında Windows95'in) bize en büyük miraslarından biridir Mortal Kombat. Peki nedir bu Mortal Kombat? Yenir mi bu? Midway firmasının insanlığa olan bu efsanevi hediyesine sonraki yazılarımda uzun uzun değinip, merak ettiğiniz hemen her şeyi cevaplandırmaya çalışacağım zaten. O yüzden çok kabataslak bir açıklama yapalım; dövüş oyunudur Mortal Kombat isminden de anlaşılacağı gibi. Bizim milletimize özgü olduğunu zannettiğim fakat yaş aldıkça tüm dünya ile ilintili olduğunu kavradığım, dövüş stillerinin sanal ortamda milleti birbirine kırdırma amacıyla yapılmış bir başyapıt. Öyle satış rakamlarına, öyle hayran kitlelerine ulaşmıştır ki New Line Cinema tarafından filmi yapılmıştır en sonunda. Birinci filmin getirdiği gişeden ötürü ikinci filmi yapmış olsalar da, ı ıh. Zıttırıktır o baya bir. Bir kere Raiden'ı, Christopher Lambert reis oynamıyor. Nasıl ilkinin başarısını bekleyebilirsiniz ulan? Neyse. Dağılmayalım.

CHOOSE YOUR DESTINY

Kitleleri peşinden koşturan bu oyunun kendi içerisinde "ladder" diye tabir ettiğimiz kısımları vardır. En kolaydan en zora doğru gider. Saatlerce başından kalkılmaz. Herhangi bir ladder a girilmeden önceki ekranda da, Shao Kahn'nın "Choose Your Destiny" sesiyle bir güzel irkiliriz.

Gerek mahalle abilerimizin, gerekse kendi merakımızın perçinlediği bu dövüş oyununun bünyeye yan etkileri çoğu çocukta göze ilişmiştir o zamanlar. Birbirlerine girişmeler, kahraman taklitleri, vesaire bir yığın şeyler. Fakat en inanılmaz durum, bunun bir filme dönüşmesi olacaktı tabii ki. Asla hayal edemediğimiz ve asla beklemediğimiz bir olaydı bu çünkü. Düşünsenize o zamanlar için sadece sanal bir ortamdan, çizgi filmden (her ne kadar insan gibi gözükseler de), bitlerden oluşan o kahramanların ete kemiğe bürünmüş canlı canlı halleri...İnsan nasıl mest olmasın arkadaş? Düşüncesi bile yetiyor yeminle.

İlk filmin çıkış yılı 1995. Yurdumuza rötarlı geldi biraz pek tabi ve bize ataride dayatılan kahramanları gördük ilk filmde. Kısaca özet geçelim kimmiş bu kahramanlar, tanışalım:

Raiden: Elder Gods ile konuşabilen Earthrealm'in tek koruyucusu, şimşek tanrısı, Shao Kahn'ın üvey ağabeyi, karizmatik mi karizmatik herkesin önünü iliklediği ağabeyimiz.

Liu Kang: Shaolin gillerden, köklerinden kopup hayallerinin peşinden Amerikalara giden ama yokluğunda Shang Tsung tarafından kardeşi öldürülen, intikam ateşiyle yanıp tutuşan, gıcık mı gıcık sesli, Yusuf Karate Salonu'ndan çıkmayan esas oğlan

Johnny Cage: Dövüş sanatları ustası olmasına rağmen aktörlük meziyetinden ötürü kimsenin yeteneklerini ciddiye almadığı, gözlükle gezmesini çok seven yakışıklı ve esprili tiki çocuk

Sonya Blade: Outer World Investigation Agency adlı kuruluş adına çalışan, son derece seksi, bir o kadar da kendi at kuyruğunun dikine giden, delikanlı, özel ajan olan ablamız

Shang Tsung: Netherrealm diye tabir edilen dış dünyanın ikinci en güçlü dövüşçüsü, pislik bir büyücü olmasının yanı sıra aynı zamanda Shao Kahn'nın komutanı, öldürdüğü her savaşçının ruhunu çalan heavy metal saçlı zalım

Goro: 4 koluyla ilk gördüğümüzde bizi dehşet içinde bırakan, filmde gördüğümüzde daha da bi aklımızı kaybedip tavana vurmamızı sağlayan, Shao Kahn'ın prensi, günde 14 öğün yemek yiyen yaratık

Kano: Black Dragon klanına mensup, silah baronu, bionik gözlü bir cyborg olsa da filmde insan halinde gördüğümüz, Erol Taş gibi but yiyerek badass tripleri atan sakallı sefil

Scorpion: Quan-Chi tarafından diriltilmiş, hayatını Sub-Zero'dan intikam almak üzerine kurmuş, Ed Boon'un yaratıcısı olduğu benim de en sevdiğim ikinci Mortal Kombat karakteri olan bıçkın ninjadır, mekanı cehennemdir

Sub-Zero: Lin-Kuei klanının en önemli ismidir kendisi, sıcakla hiç arası yoktur, etrafındaki her şeyi buza çevirebilme yeteneğine sahip aslında pek de cool gözüken bir ninjadır, Scorpion'ın anasını, bacısını ve bilimum merhabalaştığı herkesi katletmiştir

Kitana: Netherrealm'in prenesesi, Shao Kahn'ın üvey kızıdır, film boyunca Liu Kang'e iş atar durur, ayrıca kendisi gerçekte 10bin yaşındadır he bir de Syndel'in biricik kızıdır kendisi

Reptile: Onun davası bambaşkadır aslında o yüzden o konuya girmiyorum, Shao Kahn'ın sadık hizmetkarlarındandır, filmde bir stalker görevi izler ama aslında hikayesi çok daha değişiktir, ninjadır ve humanoiddir.

Kısaca belki izlersiniz diye size karakterleri özet geçtikten sonra devam edeyim. Ne demiştik? Bizim kuşağın gençleri ve çocukları için bunun film olması apayrı bir olay idi. Star TV'nin mavi logolu olduğu 1997 yılının bir günü fragmanını gündüz tv'de görüp kafaları yemiştim tabiri caizse. Bütün arkadaşlarıma haber uçurup, mahallede bunun bir numaralı gündem haline gelmesini sağlamıştım. O logoyu bir hatırlayalım mı ya? Çok canım çekti...


Hey gidi...

Tabi şimdi akşamı beklemek vardı bir de. Herkes akşam yapacağı planı konuşuyordu. Kimi onu yiyip bunu yiyip izleyeceğini, kimisi kuzenini çağırdığını, kimisi babası izlemeyecek diye kendini bir başkasının evine yamamaya çalıştığı o samimiyet dolu, güzel planları...

YOUR SOUL IS MINE

Saat geldi çattı. Hiç unutmuyorum mavi Doritos almıştım bakkaldan. En sevdiğim doritostu o benim. "Mavi doritos ne lan?" diyen davarlar olabilir. Olmasın. Mavi paketli Doritos yani. Son derece güzel bir tadı vardı, pek severdim. Artık üretmiyor namussuzlar. Olsun. Boyunları altında kalsın. Her şey kötüye gidiyor zaten. Neyse devam edelim.

Filmin giriş ekranını ve müziğini duyduğum anda 37 ekran televizyonuma uçan tekme atmamak için kendimi nasıl zor tuttum Allah biliyor. Gazete kuponuyla almıştık onu biz. Ah o ilk sahne...

Müzik tam da burada başlardı...

Dahası için gaza gelen arkadaşar varsa şayet. Şunu şuraya bırakıyor, öyle devam ediyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=wV4cSW8ARxw&list=PL_8EVhYZy3EV40-260FO2smGgEkh92afM

Nasıl geçtiğini anlamadığım film süresi boyunca oradan oraya zıpladığım muhteşem güzeliktel bir akşam geçirmiştim televizyon karşısında. Bizim kuşak filmleri genelde böyle filmlerdi ama bu biraz daha farklıydı tabi. Spoiler olmasıın diye olası izleyicileri düşünerekten filmle ilgili herhangi bir bilgi vermek istemiyorum. Belki yeniden izlemek isteyenlere bir itici unsur olmuş olabilirim ama. Ehe.

Sonuç olarak filmin ertesi günü bir süre devam edecek olan etkisi kaldı üzerimizde. Çok da memnunduk hani bu etkilerden dolayı. Günümüz 2015'i olmasına rağmen hala ara ara bakındığım, oyunlarının hepsini bir bir oynadığım, en kral nostaljilerden biridir benim hayatımdaki.

Yeni bir yazıda görüşene kadar, size şu güzel hayvancağızı bırakıyorum.

Haydi hoşçakalın!


17 Mart 2015 Salı

Salute Mi Familia!

Evvela selamlar.

Samimi bir başlık ismi düşündüğüm için aklıma böyle bir şey geldi. Bilen bilir gayet de samimi bir laftır hani.

Her neyse, çok yakın zamanda bu blogda deli dehşet paylaşımlar yapıp, kumsalda bacaklarımı çekip, yediğim yemeğin fotoğrafını koyup, gittiğim sikindirik mekanları yazıp sizden de bunu paylaşmanız için yalvaracağım. Hazır mısınız? Olmayın. Zira öyle bir şeyi üstüme sıçsalar yapmam, yapamam.

Ama bu blogda size edebiyattan spora, müzikten sinemaya, oyunlardan bugüne kadar varlığından bile haberdar olmadığınız bir çok gerçeğe kadar değinen paylaşımlarda bulunacağım ve bunların bir çoğu nostalji içerikli olacak. Yani burada çoluk çocuk eğlendirmeyeceğim anlayacağınız. Bu yüzden burada yazılanları ya çok çok iyi anlayacak insanlar olacak ya da bön bön bakıp "Ne diyor bu insan hayvanı tam olarak?" diye düşünenler de

Velhasıl, ben buralarda olmaya karar verdim bir müddet. Sizi de beklerim. Hadiyin eyvallah!