Mood Player

13 Haziran 2015 Cumartesi

Sanal Bebek Furyası

Selamlar nostalji sever sevgili dostlarım.

Bugün, bir döneme damga vurmuş, ebeveyn duygularımızın küçük yaşlarda gelişmesinde büyük payı olan, yemeyip yedirdiğimiz, içmeyip içirdiğimiz o büyük takıntımız, sanal bebekler.

Her dönemin kendi gelişimi içerisinde çeşitli oyuncakları oldu takdir edersiniz. Kimileri lego yaptı, kimileri bez bebekle oynadı, kimileri ekşın menlerini alıp maceralara koşuverdi. İşte 90'ların sonuna doğru da sanal bebekler peydahlandı ortalığa. Kimindi bu bebekler peki? Neydi bunları bu kadar önemli hale getirip milletin aklına düşüren? Yavaş yavaş irdeleyeceğiz sevimsizler. Konuya dolandırmadan bir giriş yaptığım için bence hepinizin aklında net bir şekilde oluştu bile o dönem. Herkesin elinde bir tane. Sorsan babasına su kalkıp vermez ama sanal bebeğine neler neler...

Bu sanal bebeklerin bir yığın çeşidi vardı arkadaşlar. Kırmızısı, mavisi, çiçek şeklinde olanı, ev şeklinde olanı, yanarlısı dönerlisi...Ne isterseniz. Tabi zamanında ben de bulaşmıştım bu şerefsize. Hayatımın ufak bir döneminin içine sıçmış, neyse ki iyi bir ebeveyn olmayı beceremediğim için çabuk sıkılmıştım. Dışarıda top oynamak daha çok işime geliyordu. Kaç kere öldü o bebek hey gidi. Ufak bir reset düğmesi vardır onun arkasında bilenler bilir. Kalem ucuyla dokunurduk ya da işte iğneyle falan. Arkası masmavi olmuştu tükenmez kalemle reset atmaktan. Düşünün ki ne kadar iyi bir babayım. Peh.

ANALAR, BABALAR, SİZDE NASIL VİCDAN VAR? 

Bu sanal bebekler adını hak eden cinsten oyuncaklardı arkadaşlar. Gecenin bir vakti zırıldana zırıldana sizi uyandırabiliyor, hastalanabiliyor, sizin benim gibi acıkabiliyordu. Gayet insanı ihtiyaçlara sahipti anlayacağınız. Bir de son derece tipsizdir bunlar. Bendekinin ilk hali baya yumurtaydı. Ondan sonra geliştikçe saçları, elleri, ayakları da ortaya çıktı keratanın. Ben ismini "Fazlı" koymuştum. Diyeceksiniz ki ne alaka? Onu da hemen anlatayım.

Eski bir forvet vardı arkadaşlar Anadolu takımlarında ismi de Fazlı Ulusal. Beşiktaş'a bile gelmişti adam. Ulan ben bile gülüyorum şimdi yazarken de neyse. Adam çok değişik goller atıyordu. Inzaghi Fazlı da derlerdi. Nerede bir pozisyon Fazlı orada. Çok büyük golcüydü çok. İşte bu yüzden ona da atıfta bulunarak sanal bebeğimin ismini Fazlı koymuştum. Böyle bir gerizekalılık olamaz.

Hala daha hatırlamayan varsa aha buyursun:
Hamburgeri andırıyor değil mi?

Benimki bunun aynısıydı. Artık bütün sis bulutları dağılmıştır diye düşünüyorum. Fazlı'nın durumu Osmanlı hanedanı gibi olmuştu arkadaşlar. Sürekli reset yemekten 25. Sokullu Fazlı Paşa'ya kadar gitti bu soy. Gel gör ki tutunamadık. Ziyanı yok.

Bir de bunlar okullara gelmeye başladı dostlarım. Zamanın müdürleri "BUNLAAAARRR!!" diye başlamasalarda "Yav sanal bebek midir ne boktur getirmeyin bunları okula yavrularım" diye serzenişlerde bulunduklarını dün gibi hatırlarım. Okuldan eve bir geliyorsun gebermiş zaten. Hali kalmamış.

En nihayetinde piyasadan toplatıldı bu oyuncaklar. Neymiş efendim, çocukların gelişimini önlüyormuş. Sen çocuğu at arabası gibi o sınavdan bu sınava koşturup, gökyüzünü bir kere göstermeden kafasını test kitaplarına bastığın zaman o çocuğun gelişimi önlenmiyor değil mi? Neyse sevimsizler. Saçmalık işte. Oyuncak ulan bu sonuçta. Böylelikle yurdum insanı çok çabuk bağlandığı sanal bebek furyasından aynı hızla ayrılmak zorunda kaldı. Ama hala görüyorum internette satılıyor. Eğer denememiş olanlar varsa belki bu yazıyı okuduktan sonra fikirleri değişebilir. Ne diyeyim. Bir küçük Fazlı da siz istemez misiniz?

RAKU RAKU DİNOKUN! der, huzurlarınızdan ayrılırım.

Kalın sağlıcakla!

10 Haziran 2015 Çarşamba

Dünyanın En Zor Strateji Oyunu: Commandos: Behind Enemy Lines

Herkes tek sıra olsun pek saygıdeğer nostalji ruhlu dostlarım!

Bugün büyük savaşa katılıyoruz. Artık bıçakları bilemenin, kamuflajları çekmenin, süngüleri takmanın ve şarjörleri fullemenin zamanı geldi. Asla unutmamanız gerekir ki, en ufak bir hatanın bile affı olmayacak. Çıkartacağınız tek bir çıtırtı, bilmeden bıraktığınız bir ayak izi bile sonunuz olabilir. Şimdi her hareketi hesap etme vaktidir. İşin ciddiyetini yeteri kadar kavradığınız konusunda hemfikir olmak istiyorum yoksa size şınav çektirmek zorunda kalabilirim. Bunu istemeyiz öyle değil mi?

Commodore'dan itibaren başkalaşım yaşayan oyun endüstrisinde 90'lı yılların ikinci yarısından tek bir tür açık ara farkla pazara hakim olmaya başlamıştı. Neydi bu tür? Tabi ki strateji. İnsanlar strateji oyunlarını o kadar çok sevip benimsediler ki özellikle oyunlar ile haşır neşir olanlar sabahlara kadar gerek ordu kamplar, gerekse ülkeler kurup adeta başlarından ayrılamaz hale gelmişlerdi. Gerçi bu durumun yeni bir soluk gibi çok tutulmasına şaşmamak gerekir o yıllarda. Çünkü gerçekten insanlar arcade salonlarında gördüklerinden, ataride oynadıklarından, dos oyunlarındaki maceralardan artık sıkılmışlardı ve yeni bir türe ihtiyaç duyuyorlardı. Tam da bu zamanda ayyuka çıkan strateji oyunları, oyunsever insanlar için adeta bir yeni açılmış tikicon mekanıymışçasına rağbet gördü.

Strateji türünün süregelen bu gelişiminde elbette ki hayatımızda çok kült ve bir daha yeri asla doldurulamayacak kadar önemli oyunlarla buluşma fırsatı yakaladık. StarCraft, KKND, Age Of Empires, Warcraft, Commend & Conquer ve tabi ki Commandos ilk akla gelenlerdendir. Ben size bugün Commandos'u anlatacağım. Diğerlerine de sıra gelecek kimse merak etmesin. Önümüzde bol bol fırsatımız olacak sevimsizler. Ben yazacağım eğer isterseniz siz de arkanıza yaslanacak, keyifle okuyacaksınız icabında. Sadece bugünkü sırayı cevval komandolarımıza vereyim dedim.
Commandos: Behind Enemy Lines (1998)
90'lar neslinden olmayıp şimdi ki online oyuncu kardeşlerim için ufak bir bilgi vermek istiyorum. Belki büyüklerinizden duymuşsunuzdur; eski strateji oyunları ciddi anlamda zor oyunlardır diye. Oldukça uğraş gerektirirdi. Ciddi anlamda hesaplar yapılır, hatta eski hükumetler gibi kalkınma planları bile oluşturulurdu yeri geldiğinde. Şunun için söylemek istiyorum siz şimdi "yaa şu itemi alırım bana bir şey olmaz" -bu arada bunun adı AYTIM. İTEM DİYE OKUMAYIN ŞU BOKU. AYTIM. AY-TIM.- deyip oyun oynuyorsunuz ya hani, heh işte eskiden böyle bir durumda yoktu. Tabi ki şimdi sizin oynadığınız çöplerin ataları olan baba RPG oyunlarında itemlar vardı onu kast etmiyorum. Ama binbir emekle yaptığınız bir binayı veya yemeden içmeden çıkardığınız askeri öyle bir itemla ya da bilmem neyle götüremiyordunuz. Onun yapacağı her hareketi, güvende olacağı her varyasyonu düşünmeniz icap ediyordu.

İşte bahsedeceğim Commandos isimli oyun, bu türün en en zor oyunudur arkadaşlar.

Bu durum da herkes tarafından kabul görmüştür. Kimilerine göre en iyi strateji oyunu ya da en oynanabilirliği olan taktiksel oyun olmayabilir. Ama kesinlikle su götürmez bir gerçek vardır ki, o da en zor strateji oyunu olduğudur. Ciddi manada adamı canından bezdiren bir zorluğa sahiptir bu oyun. Yaptığınız olumlu bir "adımı" bile save etmek zorunda kalırsınız. Ya da onun öncesinde bir düşman devriyesinin dönüşünü bile save etmek zorunda kalabilirsiniz.

Artık oyunun genel hatları ile ilgili kafanızda bir soru işareti kalmadığına inanıyorum. Kalmasın çünkü ayrıntılara ineceğiz şimdi. İlgili öğretmenler gibi "Burada sormak istediğiniz bir şey var mı sevgili sıçmıklar?" demeyeceğim, zira benim okuyucularım tabi ki çok zekidir. İçim rahat çoğ şükür. Şimdi şu düşman topraklarına biraz yayılalım bakalım!

ALAAARM ALAAARM!

Oyunumuzun künyesine de değinelim birazcık. 90'ların efsane firması Eidos Interactive dağıtımı üstleniyor. Aslında bu nokta bile oyunun dünyada bu denli tutulmasında önemli bir etken. Oyunun emekçileri ise İspanyol şirket Pyro Studios. Ayrıca Commandos, bilgisayar hariç hiçbir ortamda oynanabilen bir oyun değil. Dolayısıyla sadece bilgisayarı olan şanslı kişiler bu oyunu tecrübe etme fırsatını yakalayabilmiş. 1998 yılının Temmuz sonunda raflarda görüyoruz kendisini. Aslında edindiğim bilgiye göre de çıkışı 1 ay falan gecikmiş çeşitli nedenlerden ötürü. Yine de doğru bir dönemde piyasaya sürmeyi başarmışlar ama olsun.

Oyunda İkinci Dünya Savaşı sırasında Nasyonel Sosyalist Almanyası'nın başına musallat olan bir İngiliz mangasını yönetiyoruz. Bu mangayı biraz açalım çünkü bu önemli bir bilgi. BEF adı verilen bir askeri birlik bu. Açılımı ise British Expeditionary Force. Araştırmalarıma göre öyle pek hafife alınacak bir birlik de değillermiş. Hani Call of Duty tayfasının aşina olduğu SAS'i düşünün. Onun gibi bir şey aşağı yukarı bu hacıdayılar da.

İlk oyun 20 görevden oluşuyor. Commandos serisinin hala en çok sevilen olmasının en büyük nedenlerinden biri belki de bu çeşitlilik. Güzel bir prologue sonrasında her bölüm öncesi verilen tarihi bilgiler de sizi o atmosfere sokmak için gayet ince düşünülmüş ve ona göre kurgulanmış. Hatta şöyle bir de örnek verelim oyun içi SS olarak kafalar daha rahat olsun:
Bu ekrandan önce bir de video izliyoruz
Oyun sırasında en dikkat etmemiz gereken unsur yapay zeka. Zaman zaman bu yapay zeka sizinle taşak bile geçebiliyor. Ayak izinizi gören asker nöbet yerini değiştirebiliyor veya size doğru gelen bir devriye çevredeki duruma göre daha kalabalıklaşabiliyor. Aynı şekilde sizin onları kandırmanız pek de öyle kolay bir iş değil. Sizin köşeden bir dönüşünüzü bile çok uzak mesafeden yakalayabiliyorlar.

Bu tür durumlar için hamle avantajı sağlamak adına oyun menüsü içerisinde gözler yerleştirilmiş. Onlara tıkladıktan sonra düşman devriyenin veya nöbetçinin üzerine tıklayarak bakış açısını görebiliyoruz. Bu bize hamle yapmadan önce ve hamle esnasında çok büyük kolaylıklar sağlıyor. Çünkü oyun içerisinde alarmı bir kere çaldırdığınız zaman o işin geri dönüşü yok. İşler çok daha sarpa sarıyor ondan sonra. Aynı zamanda o bölümü bitirdiğinizde de rütbeniz daha düşük oluyor alarm çaldırdğınız için. Zaten bu "alaaarm! alaaarm!" bağırışları da gamerların gönlünde ayrı bir yerdedir. O çığlığı duyduğunuzda küsküyü tuttuğunuzu da anlamış oluyorsunuz sevimsizler.

Oyundaki askerlerimize geçmeden önce şöyle de bir olay var oyun esnasında bütün
askerleriniz ölürse eğer tabi ki bölüm otomatikman sona eriyor. Eğer bir veya birden fazla kayıp yaşarsanız oyun devam etse bile çoğu zaman oyunu sonlandıramıyorsunuz. Örneğin aracı kullanacak adamınız öldüyse veya tekneyi kullanacak askerinizi kaybettiyseniz dolayısıyla o bölümü bitirmenin bir ihtimali de yok. O yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor. Bunun oyuna çok büyük bir artı olduğunu düşünüyorum. Evet zorluk derecesini çok daha fazla katlayan bir unsur şüphesiz ki. Ama oldukça gerçekçi ve bunun üstesinden gelebilmeniz için ciddi anlamda vakit harcamanız lazım.

Şimdi de şu komandolarımızı biraz daha yakından tanıyalım ister misiniz tertipler? O kadar bahsettik bir tanışmamak olmaz. Şöyle gelin, uzak durmayın bakayım.

YESSAH!

Oyunda hemen hemen her çeşitten bir komandomuz var. Yeri gelince hepsini ayrı ayrı kullanmak zorunda kalıyoruz zaten. İşte oynanabilirlik dedik ya olay budur. Şimdilerde asla b
öyle bir orijinallik kalmadı. Bu oyunu böylesine altın gibi yapan da bu zaten. Sizi tamamen içine çekmesi ve karakterler ile iç içe olup çareler aramak zorunda kalmanız. Peki kim bu yerine göre kullanacağımız marabalar?Tek tek tanışmaya başlayalım artık.

1) Green Beret: İşte oyundaki en önemli askerimiz karşınızda. Kendisi hemen hemen her işin altından kalkabilen, 55cm bicepsleri olan, kocaman bir kast kütlesi Green Beret. Gerek öldürdüğü adamları kanıt bırakmamak için taşıması, gerek en zor şartlarda karı veya toprağı kazarak altında saatlerce saklanabilmesi, gerekse bıçağını son derece etkili kullanıp bol bol "stealth-kill" alabilmesiyle sizin manganızın bel kemiğini oluşturuyor. Dağlara bile tırmanabiliyoruz. Koskoca bir bölümü bile bazen sadece onunla halledebilirsiniz. Bir de yanında bozuk radyo dalgaları yayıp düşmanın ilgisini çekmeye yarayan uzaktan kumandalı küçük bir hoparlörü var. Eğer bir yere sızacaksanız bunu O olmadan asla ve asla yapamazsanız. Aynı zamanda kendileri bir box şampiyonu. Klavyede "1" tuşunu kullanarak kısayolunu seçebiliyoruz.
Jack O'Hara (Green Beret)
2) Sniper: Nasıl ki çok eski çağlarda yapılan savaşlarda okçular ordunun en önemli birimlerinden biri idiyseler, sniper yani keskin nişancılar da modern ordudan beri böyle. Dolayısıyla sniper bize oyunda çok yardımcı olan, çok kilit bir karakter. Oyunda sniper ile ilgili en dikkat edilmesi gereken nokta kurşun sayısı. Yanlış hatırlamıyorsam 6 tane var ve çok dikkatli harcamak zorundasınız. Bu yüzden sniper nasıl gerçek hayatta çok önemli bir birimse, burada da konuşlandırılması ve yapılacak hamleler 10 kere düşünülmeli. Eğer doğru kullanılırsa emin olun sizi oyun içerisinde çok rahtlatacak. Klavyemizde "2" numaralı tuş ile kısayolunu kullanıyoruz.
Francis T. Woolridge (Sniper)
3) Diver: Oyundaki bir diğer işlevsel karakterimiz de Diver. Su ile ilgili her şeyi ona soruyoruz. Gerek sırtında taşıdığı botu gerektiğinde şişirip kullanması, gerek su altında saatlerce durabilmesi ve dalgıç kıyafetinin karizması ile son derece işe yarar bir asker. Aynı zamanda çok da güzel zıpkın kullanıyor. Fakat zıpkının range i çok fazla olmadığı için şahsen kullanılması taraftarı değilim pek. Ama yakın mesafede düşmanı etkisiz hale getirmek için gayet ideal. Onu su altından hiç umulmadık anda çıkan bir takviye kuvvet, bölüm sonlarında kullanıldığı irili ufaklı gemilerle hatırlıyoruz. Seni unutmadık zıpkın yürekli, lazbalıkçı bereli adam! Klavyemizin "3" numaralı tuşunda bekliyor.
James Blackwood (Diver)
4) Driver: Takımımızın hem sürücüsü hem de sıhhıyecisi. Aynı zamanda çok da güzel makineli tüfek kullanıyor. Daha sonraki serilerde uzun namlulu tüm silahları kullandırdılar ve daha da keyifli bir asker haline geldi. Son derece enteresan ve komik bir arkadaş kendisi. Oyun içerisinde onu sağlık yenilemenin yanı sıra araç ile düşmanların üzerinden geçme, kalabalık bir devriyeyi delik deşik etmek gibi eğlenceli işlerde kullanabilirsiniz. Ayrıca oyunun en Green Beret ile birlikte en hızlı koşan karakteri. Kendisi mangamızın tek Amerikalısı. Bu fırlama arkadaşı da klavyenin "4" numaralı tuşu ile hazırola geçirebiliyorsunuz.
Samuel Brooklyn (Driver)
5) Sapper: Karşınızda komandolarımızın Bombacı Mülayim'i. En tehlikeli askerlerimizden biri kendisi. Katliam yaratmak adına birebir. Oyunda kilit binaları, sığınakları havaya uçurmak ve bol bol eğlenmek için Sapper'i kullanabilirsiniz. Emir beklerken bile son derece ciddidir. Laubalilikten hiç hoşlanmaz. Yemek yerken tuz ve karabiber yerine barut kullanır. Bazı bölümlerde çantasındaki el bombasını kullanarak toplu katliamlara sebebiyet verebilirsiniz. Ama unutmayın, o bombanın da sonu var. Yerleştirdiği dinamitlerin yanısıra oyunda en önemli silahlarından biri de kurduğu kapan. Sırf o kapan sayesinde 3'lü ve 5'li devriyeleri temizleyebiliyorsunuz ona göre. Kendisi klavyemizin "5" numaralı tuşunda emir ve görüşlerinize hazır sevimsizler.
Thomas Hancock (Sapper)
6) Spy: Geldik bir diğer lejyonerimize. Spy. Yarışmaya Fransa'dan katılıyor. Taliplerini bekliyor. Neyse goygoyu geçelim. Spy oyun içerisindeki iğrenç Fransızca aksanına rağmen en sevilen karakterlerden bir tanesi. Nasıl sevilmesin ki arkadaş? Spy ile aklınıza gelen her şeyi yapabilirsiniz. Düşman topraklarında elinizi kolunuzu sallaya sallaya gezebilir, o adrenalini dibine kadar yaşayabilirsiniz. Spy, gerektiğinde düşman kıyafetlerini giyebilir, binbaşı olup emir verebilir, hatta general kılığına bile girebilir. En önemli silahı ise zehirli iğnesi. Yakaladı mı "tık" diye bitiriyor işi sessiz ve derinden. Düşmanın içine sızmak adına biçilmiş kaftan. "am ğuedi" şeklinde sizden gelecek komutu klavyedeki "6" tuşunda bekliyor.
Rene Dchamp (Spy)

İşte askerlerimiz bunlar dostlarım. Kendilerini son derece doğru ve efektif kullandığınız takdirde size koskoca bir ordunun nasıl etkisiz hale getirilebileceğini gösteriyorlar. Yalnız sizi uyarmam lazım. Ciddi anlamda bu türü seviyorsanız, gönül verdiyseniz bu oyun bağımlılık yapabilir. Öyle her "Ben strateji oyunu çok severim yeaaa" diyenleri pek bir taraflarınıza sallamayın. Önce bunu oynayacak. Bunda birkaç bölüm geçecek cheat kullanmadan, bileğinin hakkıyla ondan sonra ben strateji oynuyorum diyecek. Bu işler öyle kolay değil hani. Gidin sorun eski nesle onlar çok iyi bilir.

Evet sevimsizler. Bir nostalji dolu yazımızın daha sonuna geldik. Umuyorum ve sanıyorum sevenleri için güzel bir tribute olmasından gayri bilmeyenler içinde iyi bir rehber olmuştur. Gerçekten bunlar bir nesli kilitlemiş, önemli oyunlar. Ve hala dünyada parmak ile gösterilip, baş tacı diye anılıyorlar. O yüzden ben de bu naçizane sayfamda yer vermesem geceleri rahat uyuyamazdım. Vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Merminiz hiç bitmesin, selametle.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Evde Tek Başına Filmi ve Klasikleşmesi

Yine bütün hazırlıklarım tamam. Cipslerimi almışım, içecekleri hazırlamışım geriye bir tek saati beklemek kalıyor. Gerçi okuldan gelince ödevimi yapacaktım ama olsun. Bugünkü mahalle maçının galibiyeti üzerine biraz sefa sürmeyi hak ettim diye düşünüyorum. Başlayana kadar biraz atari mi oynasam? Yok yok sonra oyuna dalıp filmin başını kaçırmak istemem. 2 gündür bekliyorum anasını sattığımı!

Aha, geldiniz mi? Sizi fark edemedim nostalji dostları. Hoşgelmişsiniz. Yıllar yıllar öncesinden bir akşamı kurguluyordum kafamda. Aklıma o akşamki ufak ama benim için büyük heyecanlı bekleyişim geldi de. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bugünkü konumuz Home Alone yani Evde Tek Başına filmi olacak.

Eminim her biriniz illa ki ucundan izlemişsinizdir bu filmi. Kevin'ın eve kurduğu tuzaklar çoğumuzun gönlünde taht kurmuştur. Başı dik direnişini elimizde eticinlerimizle az desteklemedik zamanında. Dolayısıyla bugün, önemli bir 90'lar motifi olan bu 8 yaşındaki civanmerti incelemek gerektiği kanaatine vardım. E madem siz de geldiniz o zaman kemerleri bağlayalım diyorum. Son reklam kuşağı bitmeden bu güzel filmi şöyle bir hatırlayalım birlikte. Yol üzerinde tuzaklar olabilir ama ona göre dikkat etmek lazım.

NOEL TATİLİNE GİDİYORUZ HANIM

Filmimiz 1990 yapımı sevimsizler. Yönetmen koltuğunda hepinizin çok sevdiği Chris Colombus oturuyor.
Home Alone Cover (1990)
Nereden nereye değil mi? Kalırsınız öyle işte. Filmde tabi ki en dikkati cezbeden isim zamanın çocuk yıldızı yani bizim ülkemize göre Sezerciği olan, Kevin McCallister rolündeki Macaulay Culkin. Şimdi o eski halinden eser olmasa bile yine de o zamanların hatrına kendisini pek bir severim. Joe Pesci ve Daniel Stern filmde küçük yıldızımıza eşlik ediyorlar. Ve itiraf etmeliyim ki bulunabilecek en iyi 2 tip olmuşlar. Islak Haydutlar son derece efektif ve azılı olarak karşımızda.

Filmin konusuna gelirsek sevgili dostlar, Kevin pek geniş bir aileye sahip, kendi halinde ama yaramaz olduğu düşünülen sevimli bir kerata. Öyle zengin piçleri gibi sevimsiz, it oğlu it bir durumu yok yani filmde. Gayet usturuplu bir çocuk. Kevin'ın çekirdek aile popülasyonu bile kalabalık olmasına rağmen (6 kişiler) bir de yılbaşı arifesinde Noel bayramı için gidilecek seyahat için evin hınca hınç dolu olması, amcalarının ve diğer yeğenlerin eve doluşmasıyla durum çığrından çıkıyor ve evin nüfusu yaklaşık 25 i buluyor. Tamam adamlar bizim gibi veya bunu okuyan bazı zengin sevimsizler gibi apartman dairesinde yaşamıyor olabilirler elbette. Fakat bana sorarsanız 25 yine de fazla bir rakam bir aile için.

Evde unutlan Kevin ve McCallister ailesinin oturduğu tüm mahalleyi soymaya çalışan azılı haydutlarımız arasında bol maceralı bir koşuşturma başlıyor. Kevin'ın nasıl evde unutulduğunu da hala izlememiş olanlar olduğunu düşünerek bir sır gibi saklayacağım. Beşir'in Nihal'e olan aşkı gibi öyle bir saklayacağım ki siz sevimsizler yine Aşk-ı Memnu'ya sövüyor diyemeyeceksiniz bu sefer.

Geniş hatlarıyla baktığımız zaman son derece sıcak bir aile komedisi ile karşı karşıyayız. Amerikalıların yaptığı iyi işlerden biri de bu aslında. Adamlar aile filmlerini çok iyi yaptılar. O büyük, geniş aile arabalarının arkasına köpeklerini de alıp mutlu mutlu seyirtmelerinden tutun bilmem nelerine kadar bu şerefsizler hep "su çok güzel gelsene" mesajı vermeyi başarmışlardır. Bu film bana kalırsa bunun en büyük örneklerinden.

AZ BÜTÇE İLE ÇOK İŞ

Filmle ilgili önemli notlardan birisi de yakaladığı gişe başarısı olacaktır şüphesiz. 18 milyon dolara mal olan filmin hasılatı tam olarak: 476,684,675 dolar. E ananın örekesi diyorsunuzdur. Diyebilirsiniz. 20th Century Fox'a anasının ak sütü gibi helal olsun bu paralar. Adamlar yapmış kardeşim. Bir de sonraları değineceğim bazı korku filmli başarıları var bu şekilde. Emin olun onlar da pek bir garibinize gidecektir.

Yazının başında kurguladığım o gece TV'de gördüğüm ilk sahneyi hatırlıyorum hep. Acaba kaç kişi hatırlar o anı? McCallister'ların evi ve onun eşliğinde fonda duyduğumuz efsane soundtrack. Gerçekten filmine en çok yakışan soundtracklerden biri bence. Adamı daha ilk dakikadan moda sokuyor. Heyecandan cipslerimi falan kusmadım tabi ama yine de bi filmin içine çekmeyi başarmıştı beni. Sonuçta unutmamak gerekir ki soundtrack bu işin çok etkili bir kısmı ve her zaman için iyi seçilmesi gerekiyor. Aşk-ı Memnucular iyi bilir...

Hadi ilk sahneyi bir daha hatırlayalım be!
Sonraki pizza sahnesini hatırlayan?
Bu sahneden sonra tatile hazırlanan ailenin telaşı bizi direkt olarak içine çekmeyi başarıyor zaten. Ailesinden bıkmış olan Kevin sonunda yalnız kalır ve hayatını yaşamaya başlar. Abur cubura dadanır, ağabeyinin girmesini yasakladığı odasına girip eşyalarını karıştırır, yatakta yemek yer ve daha neler neler. Hayır kapı açık sıçmıyor. Kulağa çok çılgınca geliyor öyle değil mi? Yatakta yemek yemek. İşte biz serseri çocuklar böyle yaparız.

Daha sonra işe 2 azılı hırsızımız da dahil olunca Kevin ailesinin bir nevi ona emanet ettiği evi korumak zorunda kalıyor. İş başa düşüyor yani. Çok delikanlı çocuk. Tek bir kere geri adım atmıyor. Atara atar, gidere gider felsefesini benimsemiş bir çocuk Kevin McCallister. Bu yüzden asla taviz vermiyor durumdan. Elinden bayağı çekeceği olan babaları aşağıda görebilirsiniz efenim.
Wet Bandits
John Hughes'ün yapımcılığını ve senaristliği yaptığı bu kült film En İyi Erkek Oyuncu Altın Küre Ödülü için aday gösterildi. Aynı zamanda Macaulay Culkin'in 11 yaşında bu adaylığı alması da tarihteki en genç adaylık başarısı oldu. Devam filmi olan Evde Tek Başına 2 (Home Alone 2) de son derece keyifli ve güzel bir film oldu. New York'da geçmesi ile de baya bir ilgi gördü.

FİLM DIŞINDAKİ BAŞARILAR

Bu filmin yanı sıra Home Alone için 6 tane video oyunu yapıldı. Atari oyunları olarak piyasaya çıktı ve benim de küçükken oyunlarından bir tanesini oynamışlığım vardır. Filmi izledikten sonra oynayınca çok çılgın atmıştım. Sabah akşam oynar dururdum. Oyun piyasası ister kabul edin ister etmeyin -ki bence etmemek büyük aptallık- dünyanın en büyük ve en ende gelen endüstrilerinden biri. Dolayısıyla Amerikalılar dolarların burada da akmasını istiyorlar ve boş durmuyorlar.
Home Alone Game (1991)
En son olarak PlayStation 2 platformu için bir Home Alone oyunu yapıldı ve daha sonra oyun piyasasından çekildiler. Ama oranın da güzel ekmeğini yediler hani.

Yazımızın sonlarına geliyoruz sevimsizler. Umuyorum siz de Kevin'ın bu tuzaklarını, başı dik direnişini unutmadınız. Sizi biraz olsun o güzel günlere götürebildiysem huzurlarınızdan artık ayrılıyorum. Umarım ayrılırken kafama yukarıdan bir ütü düşmez veya ayaklarımın altına beni düşürmek için yılbaşı süsleri falan koymamışsınızdır! Tavsiye etmem.

Kendinize iyi bakın, nostalji ile kalın.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Eurodance Nedir? (Top 50 Listesiyle Birlikte)

Merhabalar sevgili sevimsizler.

Haziran ayının bu güzel günlerinde keyfiniz nasıl? Çocukluğumuzda bu aylar pek kıymetli olurdu bilirsiniz. Önlükler bir kenara atılmaya başlanmış, dondurma mevsimi gelmiş, akşam ezanı saati daha ötelenmiş olduğundan yüreklerde volkanik patlamalar olurdu. Bu güzel aylarda mahalledeki apartmanların açık olan camlarından -ki özellikle de içeride ergen ağabeyler, ablalar varsa- çok güzel tonlu müzikler yükselirdi. Kimi zaman oynarken bu seslere kapılır, kimi zaman o camları altında bir daha duymak için beklerdik.

İşte şimdi bugün, bu yazıda o güzel müziklere geri dönüyoruz. Bugün dünyanın en güzel kuşağına hükmetmiş olan Eurodance akımıyla karşınızdayım güzel ama sevimli olmayan kardeşlerim. Dolayısıyla bu çok ciddi konuyu, çok güzel bir şekilde irdeleyeceğim. Bir dönemi kasıp kavurdu hakkıyla. Kiminiz yaz aylarında diskolarda duydu, kiminiz büyüklerinin doldurma kasetlerinde, kiminiz TRT'nin yaptığı Pop Saati programında. Ama kulağınızdan hiç gitmedi, gitmeyecek melodilerdi bunlar. Şimdi ışıkları yakın, renkli kıyafetlerinizi giyin ve zaman makinesine atlayın. Bu 10 senelik periyotu şöyle bir güzel inceleyelim!

EURODANCE NEDİR?

Eurodance tanım olarak 90'ların başında hatta direkt 1990'da Avrupa'da ortaya çıkan, pop müziğe kendi içerisinde bir alternatif olmuş, genel anlamdaki pop müzikten çok daha hızlı beatlere sahip olan, muhteşem bayan vokalleri ve çeşitli bass soundlar ile icra edilen müzik türüdür. Synthpop, Bubblegum dance, Europop da diğer isimleri olarak belleklerde yer etmiştir. Buna tabiri caizse "ölüyü dirilten tür" diyoruz.

Her ne kadar elektronik bir müzik türü olsa da, günümüzdeki rezalet hapçı müzikleri ile -müzik diyorum affedin- uzaktan yakından alakası yoktur. Buram buram kalite kokar. Bu dönemdeki her bir parça aranjman harikasıdır. En basitinden sadece tek bir single ile tutulduktan sonra o parçanın 5 farklı hali ile maxi single çıkarmış bir sürü grup vardır bu dönem içerisinde.

1990-2000 yılları arasında sürdüğünü söylersek hiç de yanılmış olmayız. Çünkü akım tam anlamıyla 2000'de noktalıyor hayatını. Ondan sonra başka bir şekle bürünmeye başlıyor müzik piyasası. Ağırlık alternatif rock ve hip hop şeklinde.

Diyar Diyar Eurodance İsimli Programa Hoşgeldiniz


AKIMIN ORTAYA ÇIKIŞI, GELİŞİMİ, ÖNCÜLERİ

Öyle dedik böyle dedik bu akımla ilgili. Çok güzeldir, pek hoştur, insanı alır 90'lara anında ışınlar dedik. Peki kim kardeşim bu akımın öncüleri? Nasıl ortaya çıktı bu akım? Kimin güzel aklına geldi de bizi bununla buluşturdu? Cevap versene ayı diyeceksiniz. O konuda da aydınlanalım.

Akımın girişi olarak bahsedeceğimiz ilk parça tabi ki çok çok ünlü. Bu türün ilki olmasına rağmen hem çok kıymetli hem de ciddi anlamda çok başarılı. Neyden mi bahsediyorum? Tabi ki de Tehcnothronic "Pump Up The Jam". Belçikalı bu muhteşem grubun hayatları boyunca gurur duyacağı en büyük iş. Yine de dünyada ondan daha çok ses getiren ve kimilerine göre asıl başlangıç sayılabilecek olan bir parça daha var. Hangisi mi? Biraz merak mı etseniz ya. Öyle her şeyi söylemekle olmaz ki kardeşim. Ama hadi söyleyelim bu seferlik.

"I GOT THE POWAAAH!" diyince aklınıza ne geliyor? Belki I Got The Power desem daha insan gibi, o zaman zihninizde bir şeyler görürsünüz. Öncelikle Edip Akbayram saçlı siyahi bir ağabeyimiz belirir zihninizde. Takım elbisesiyle falan. Kırmızı ayakkabıları da çekmiş. Sonra da anlarsınız ki haa SNAP! ten bahsediyor bu davaro. Evet arkadaşlar. Akımın direkt olarak çıkış noktası SNAP! grubunun "The Power" isimli muhteşem parçası olmuştur. Aylarca bir numaradaki yerini koruyarak Eurodance akımına start vermiş ve dünyayı çok eğlenceli bir döneme sokmuştur. Yani Alman topraklarından doğuyor bu akım. İşte bu yüzden Almanlar özellikle Eurodance'in yanı sıra house musicte falan da çok çok iyiler. Herhalde bu adamların geninde var bilemiyorum orasını. Ama cidden çok güzel işler yaptılar akımın süresi boyunca. 1990 yılı bu yüzden ekstra bir öneme bindi.

Bu hızlı girişten sonra 1992 yılında, bana kalırsa akımın çok uzak ara en iyi şarkısı olan ve dünyada en fazla "official remix" e sahip parçası "Push The Feeling On" giriyor piyasanın içinde. Yine Alman bir grup olan Nightcrawlers'ın insanlığa hediyesi. Gerçekten bu parçayı tarif edecek herhangi bir kelime bulabileceğimi pek zannetmiyorum. Çıktıktan sonra tüm world chart içinde en uzun süre 1 numarada kalmış şarkılardan biri zaten. Zimbabwe'de bile bu şarkıyla dans edenler kesinlikle mevcuttur. Benim de kulaklarıma giriş yaptığı anda beynimden vurulmuşa dönüp, çocukluğun verdiği etkiyle az hoplayıp zıplamadım değil hani. Kilometre taşı diyebileceğimiz çok önemli bir yapıt oldu akım adına ve bundan sonra gelecek bütün parçaların içeriğini belirledi. Gerek bass olsun, gerek Eurodance snyth dediğimiz o akıma özgü derin melodi olsun her şeyiyle 4 4'lük bir parça olmayı başarmıştı.

Yıl 1993'ü gösterdiği zaman yine hepimiz çok sevdiği, denk getirebildiğimiz zaman "WHAT IS LOOOOVE" diye haykırdığımız muhteşem parça düşüverdi ortalığa. Tabi ki yine Almanya'dan. Ama öyle böyle bir şarkı değil. Yıktı geçti milleti. Filmlerde mi görmedik, programlarda mı çalmadı...Her yerde vardı bu parça. Günümüzde bile dünya kadar şakası dönüp duruyor. Ama benden size öneri o şakaları bir kenara bırakın, gözlerinizi kapatıp şarkıyı başlatın, içindeki melodilerde kaybolun. Emin olun iyi gelecektir. Karşımızda Haddaway.
Haddaway - What Is Love Cover (1993)

Derken sol kulvardan SNAP! yine çok hızlı bir atağa kalkıp "Rhythm Is a Dancer" ile birlikte öyle bir geliyor ki, anam anam anam. Ortalık yine toz duman. Eurodance artık iyice kana karışmış, herkes yeni bir şeyler bekler olmuş. Müzik kültüründe oldukça kaliteli bir dönem artık kuyruklu yıldız gibi parlar olmuştu. Hele ki alışıldık tarzlarını iyice benimsetmeleri zaten apayrı bir güzellikti sevimsizler.

Geçelim yavaştan 1994 yılına. Her yıl üstüne koyarak devam eden bu akım yine hakkını veren işlerle karşımıza çıktı. Genelde yaz aylarının başında kendini gösterse de kışın bile revaçta olan şarkılardı bunlar. Ama bu yıl içerisinde çıkıp da hala dillerimizde olan çok önemli bir başyapıt var. Bahsettiğim şey tabi ki Reel 2 Reel'in "I Like To Move It" isimli şahane parçası. Times Meydanı'nda elinde bastonuyla bağıra çağıra melodinin etkisinde yaptığı saçma hareketler çok sevilmişti ve onu aylarca 1 numaraya taşımayı başarmıştı. Yetmedi o senenin de en çok satılan albümü yaptı. Her ne kadar Reggae altyapılı da olsa bu da Amerika'nın bir kıyağı oldu Eurodance'e.
Reel 2 Reel - I Like To Move It Set (1994)
Bu sene içinde Fun Factory grubuna da bir parantez açmamak olmaz. Takdir edersiniz ki onlarda Alman. Hitler, en azından Eurodance bazında Üstün Alman Irkı projesini gerçekleştirmiş diyebiliriz bence. "Pain" adlı şarkıları inanılmaz sevildi. Eurodance'in en hızlı şarkılarından biri oldu. Hatta belki de en hızlısı. Dinlerken bile başı dönüyor insanın. Bu yüzden bahsetmesem büyük üzüntü duyardım sevgili nasyonel sosyalist sevimsizler. Aynı zamanda Corona'yı da unutmamak lazım. "Rhythm of the Night" şarkılarıyla İtalya'nın gelecekte Eurodance'te nasıl patlayacağının öncüsü oldular. Onlar da bu bakımdan oldukça önemli ve başarılı bir şekilde taşıdılar bu bayrağı.

Ve 1995. Eurodance en büyük sıçramasını akımın en güzel bayan sesiyle yapacak. İnanılmaz güzel bir sesti gerçekten Melanie Thornton. -di diyorum üzülerek çünkü kendisini 2001 yılında bir uçak kazasında kaybettik. Bu akımın gerektiği ve layık olduğu seviyeye gelmesindeki en önemli gruplardan biri Alman-Amerikan ortak yapımı La Bouche'dur. Kumaşı tastamam oturtmuşlardır. Muhteşem bassların, synthlerin içerisinde bir de Melanie Thornton olunca çoğu çevreye göre en iyi Eurodance grubu olmaları kaçınılmaz oldu. Piyasa da Sweet Dreams albümlerindeki "Be My Lover" şarkıları ile daldılar. Dalış o dalış. Adeta yıktı geçtiler ortalığı. Her dinlendiğinde tüyleri diken diken eden, gerek eski yaz aşklarınızı, gerek kasete çekip odada dinlediğiniz günleri, gerekse mahallenizde oynadığınız oyunlar için koskocaman bir zaman makinesi oldu tek başına. Hemen arkasından da "Sweet Dreams" ile geldiler zaten. Listelerde gördükleri en kötü rakam 1 idi. Son derece hak edilmiş başarılara imza attılar. Bize düşen saygıyla anıp, dinlemek oluyor.
La Bouche - Sweet Dreams Cover (1995)
Bu sene içerisinde geçilen güzel kıyaklardan biri de haliyle John Scatman'in efsane "Scatman" parçası. Durduk yere bir anda "BİİİBAPBAPBARABBOP" diye bağırmanıza sebep olan o manyak şarkı. İnsanlara farklı gelmesinden midir, yoksa harbiden orijinal olmasından mıdır pek sevilmiştir. Yazımızda da bıyıklarıyla yerini almış oldu. Huzur içinde yatsın.

1996 yılına geldiğimizde öne çıkan iki muhteşem parça var. İlki çok tatlı bir sesle kulaklarımıza huzur veren İtalyan grup Gala. Dillerden düşmeyen, Blendax reklamlarına bile yapışmış muhteşem şarkıları "Freed From Desire" ile 2 numaradan giriş yapıyorlar müzik listelerine. Fakat bence 1 numaradaki şarkıdan daha çok hak etmiştir o yeri. Sadece İtalya'da 1 numara olabilmiştir. Gelelim 1 numaraya. Çılgın Bediş desem kaçınız söyle bir sırtarır. Bilirsiniz ne çok severlerdi diskoya gitmeyi Necmi Dede'si ve arkadaşlarıyla birlikte. Hani onların çok sevdiği bir şarkı vardır. Birçok kez duymuşuzdur izlerken. Biliyorum bazı sevimsizler çoktan "YAA YAA YEE KOKO CAMBO YAA YAA YEEE" demeye başladılar bile. Aynen öyle dostlar. 96 senesinin 1 numarası Alman grup Mr. President'in "Coco Jambo" şarkısı. Güzide ülkemizin anaokullarına kadar sızmıştır bu Eurodance klasiği. Dinleyen herkesin kafasında bir "aaa, anaa" gibi nidalara sebep olmuştur. Saygımız sonsuz.

1997 senesi kısmen durgun olsa da Alexia bu dönemde gayet başarılıydı. Ice MC'nin eski vokalistlerinden olan bu İtalyan bayan o kadar zamanı boşa harcamadığını gösteriyor ve "Fan Club" albümüyle gayet başarılı bir Eurodance denemesi çıkartıyor. Keyifle dinlenilesi.

1998 yılına geldiğimizde akıma takviye olarak taze kanlar devam ediyordu. Bunlardan biri de tabi ki Basshunter oldu. "All I Ever Wanted" ile son derece başarılı bir giriş yaptı müzik listelerine. Yarışmamıza İsveç'ten katılan bu dj, puanları sarı masaya kazandırmakta oldukça istekliydi ve öyle de oldu. Başarılı bir grafik yakaladı ve bunu ilerleyen senelerde de devam ettirdi. Ama 1998 yılını asıl sallayan grup ATC oldu. Almanya'dan çığ gibi düşen grup Eurodance'in daha ölmediğini göstererek "All Around the World (La la la la la)" isimli şarkılarıyla listeleri kasıp kavurdu. Ülkemizde lunaparkların vazgeçilmezi haline geldi. Bu grupla ilgili bence en önemli olay şu; Eurodance ruhunu tekrar hortlattılar. Hem de ne hortlatma. 98 yılında yapılmasına rağmen ilk dönem Eurodance parçalarından hiçbir farkı olmayan bir parçaydı. Hala da son derece sevilen bir şarkıdır.
ATC -A Touch of Class- (1998)
Gelelim 1999'a. "Europop" albümüyle hayatımıza giren Eiffel 65 isimli İtalyan grup adeta Eurodance'e ikinci baharını yaşatıp çığır açtı. Akımın ömrünü bir nebze olsun uzattılar diyebiliriz. "Blue" isimli, bol mavi adamlı, uzay konseptli müthiş şarkılarıyla ortalığı bir güzel salladılar. Hala dabe daa dabe daa diye zihinlerde yerini ilk günkü gibi koruyan bu muhteşem klasik, Eiffel 65'ın müzik dünyasına geçtiği 10 üzerinden 11 olarak nitelendirilebilecek bir kıyak oldu. Çok geçmeden "Move Your Body" i çıkardılar ve yakaladıkları orijinal tarza o şarkı ile de devam ettiler.

Millenium'a girişte artık müzik piyasası değişiyor ve Eurodance dönemi sona eriyordu. Her ne kadar tek tük denemeler de olsa hiçbir zaman o eski, o orijinal tadı veren şarkılar bir türlü yakalanamadı. O kalite bir daha hiçbir şekilde geri gelmedi. Değişen ve gelişen zamanla doğru orantılı bir başkalaşım yaşayan müzik piyasası bir anda 90'ları ve Eurodance'i unutuverdi maalesef. Töre dizisi gibi bağlamak istemiyorum ama durum bu oldu sevimsizler. Hala çoğu insanın gönlünde taht kurduğu için bu unutuluş çok da önemli değil açıkçası. Şimdi daha ilginç bir yere zıplayalım ister misiniz? Türkiye'de eurodance oldu mu?

TÜRKİYE'DE İLK VE TEK EURODANCE DENEMESİ

90'larda son derece kaliteli aranjmanlar olduğunu biliyoruz Türk pop müziğinde. Hele ki şu içinde bulunduğumuz pop müzik piyasası için tek kelime nefes harcamaya bile gerek yok. Embesiller sürüsü. Elle tutulur bir tane şarkı yok. İnsanlar nasıl bu çöpleri dinleyip duruyor derdim ama yok arkadaş. Bizim insanımız tam da bugünkü kepaze pop müziğini hak ediyor. Neyse boklarında boğulsunlar diyip asıl konumuza geçelim.

Eurodance'in Türkiye'de 1 tanecik de olsa bir örneği var arkadaşlar. Ve emin olun öyle boş beleş, dikkate alınmayacak bir örnek değil. Aksine resmen dünya kalitesinde, son derece ince bir Eurodance şarkısıdır kendisi. Tabi icra edenin aileden beridir müzikle uğraşması, mutfaktan gelmesi de bu durumu törpülüyor. Daha fazla uzatmadan ismi açıklayalım. Mustafa Sandal...

Evet sevimsizler. Yaşlanmazgillerin bir numaralı ismi Mustafa Sandal'ın ilk albümü olan -ki bence kendisi en iyi Türk pop müziği albümüdür- 1994 yılındaki "Suç Bende" albümünde "Dokunsana" diye bir şarkı var. Size yemin ediyorum, ben bu işten biraz anlıyorsam ortalamanın gayet üstünde bir Eurodance denemesi. Kendisini böyle bir şey yaptığı için tebrik ediyor ve bir nebze de olsa gurur duyuyorum. Sıklıkla eskilere gidip dinlediğim bir şarkı olmuştur kendisi. Müzik bilgisine, kültürüne sağlık diyelim Musti'nin.

Şimdi söz verdiğim top 50 listesini de yazıp konuyu kapatacağım. Siz ne derece dinlersiniz, ne yaparsınız, ne edersiniz size kalmış dostlarım. Kaliteli müzik seven herkese sevgilerimle...

TOP 50 LIST

1) Nightcrawlers - Push The Feeling On
2) Captain Hollywood Project - More And More
3) La Bouche - Sweet Dreams
4) SNAP! - Rhythm Is a Dancer
5) Haddaway - What Is Love
6) Dr. Alban - Sing Hallelujah
7) Fun Factory - Pain
8) La Bouche - Be My Lover
9) Mr. President - Coco Jambo
10) Ice MC - It's a Rainy Day
11) BG The Prince Of Rap - The Power of Rhythm
12) Corona - Rhythm of the Night
13) Gala - Freed From Desire
14) Culture Beat - Mr. Vain
15) John Scatman - Scatman
16) Venga Boys - Boom Boom Boom Boom
17) Magic Affair - Omen
18) ATC - All Around the World
19) SNAP! - Power
20) Technothronic - Pump Up the Jam
21) Blümchen - Boomerang
22) U96 - Das Boot
23) Cappella - Move On Baby
24) Eiffel 65 - Blue
25) Eiffel 65 - Move Your Body
26) Amber - This is Your Night
27) Basshunter - All I Ever Wanted
28) E Rotic - Max Don't Have Sex With Your Ex
29) 2 Unlimited - Twilight Zone
30) Alexia - Uh La La La
31) Black Rose - Melody
32) Loft - Love Is Magic
33) Hit the Floor - Energizer
34) Double You - Run To Me
35) Centory - Point of No Return
36) Sash - Ecuador
37) Double Dare - We Belong
38) Baby D - Let Me Be Your Fantasy
39) N Trance - Set You Free
40) JX - Sonf of a Gun
41) Masterboy - Feel the Heat of the Night
42) Basic Element - Secret Love
43) Dune - Can't Stop Raving
44) Activate - Let the Rhythm Take Control
45) Whigfield - Saturday Night
46) Strike - U Sure Do
47) Jinny - One More Time (Night Mix)
48) Alex Party - Don't Give Me Your Life
49) Critical Mass - Burning Down
50) Interactive - Forever Young

Bir dahaki yazıda görüşene kadar kendinize iyi bakın sevimsizler. Umuyorum sizi biraz olsun eskilere götürebildim. Nostalji aşkınız için ve zamanınız için müteşekkirim.

Haydi eyvallah!

1 Haziran 2015 Pazartesi

Ruhsar Dizisi, Absürd Komedi ve Etkileri

Ben geldim sevimsizler.

Evet kısa bir aradan sonra yeniden birlikteyiz. Beni Zimbabwe'de tatilde gibi hayal edebilirsiniz bu süre zarfında. Ya da Katmandu'da arınıyordum. Belki de Susurluk'ta ayran içiyor, Tekirdağ'da köfte yiyordum. Ama artık buradayım. Tekrardan nostalji rüzgarı estirmenin vakti geldi. O yüzden bu kısa arayı bomba gibi bir konu ile kapatmak istedim. Kemerlerinizi takın Gözüm Abla çağırıyor...

Komedi dizilerini sever misiniz bilmiyorum, ama ülkemizde ciddi güzel işler yapan komedi dizileri oldu. Örneğin Kaygısızlar ve Sıdıka bunların başında gelir. Efsaneleşmiş komedi dizilerimizdir hakikaten. Absürd komedi olarak yeni sayılabilecek Leyla İle Mecnun'u da es geçmemek lazım. Özellikle ilk 15 bölümünü. Fakat bugün Gani Müjde'nin en güzel işlerinden biri olan Ruhsar'dan bahsedeceğim sizlere. İzlemekten asla sıkılmadığım Türk dizilerinden biri. Bunun nostalji olmasının yanı sıra; kendi bünyesindeki inanılmaz şakaları daha ağır basmıştır her zaman. Gerçekten saatlerce güldürebilen dünya saçması şakalar vardır diyaloglarda. Daha introda bile verir bu duyguyu zaten. Gözünüzün önüne yavaş yavaş enstantaneler gelmeye başladıysa şayet, ben de konuyu daha derine götürmeye başlayabilirim değil mi? Tabi ki öyle ulan.
Böyle başlardı meşhur jeneriği ile

1998 YILINA YENİ BİR SOLUK

Ruhsar dizisinin ilk haberi zamanın Milliyet gazetesinde çıkıyor. İzleyiciyi bilgilendirmek için ufak bir sinopsis var. Gani Müjde'nin kaleminin yanında bir de oyuncu kadrosuna vurgu yapılıyor. Bakalım bakalım kadroda kimler varmış sevimsizler:

Göksel Kortay: Bana kalırsa "Bir kadın bu hayatta ne kadar başarılı olabilir?" sorusunun en önemli cevaplarından biridir çok sevgili Göksel Kortay. İnanılmaz bir kültür, inanılmaz bir oyunculuk ve muhteşem bir akademik yaşantı. Gerçekten kendisine imrenilmemesi mümkün değil. Ben de çok büyük hayranıyımdır kendisinin. Oturup uzun uzadıya bahsedilmesi gereken önemli bir değer bu ülke adına kendisi ama ben kısa kesmek zorundayım konudan sapmamak için. Umarım bir gün oturur, araştırır ve kendisinin ne denli başarılı bir insan olduğunu anlamaya uğraşırsınız. Burada soyu 3. 4. zaman zaman 5. bazen de 7. Mahmut'a dayanan saray soylu ailesinin valide sultanı Menkıbe Hanım (Mahmutoğlu) olarak görüyoruz kendisini.

Cem Davran: Dönemin taze ünlüsü. Her ne kadar çok genç yaşından beri bu işlerin içinde de olsa bu kadar uzun zaman devam edecek ilk başrolüydü kendisinin ve öyle şahane oynadı ki; ilmek ilmek çocukluğumuza işledi Mazhar karakterini. Dolayısıyla altından da kalktığını düşünüyorum hakkıyla. "Kanka" kelimesinin ülkemize girişinde doğrudan etkili olmayı başardı. Dizide başarılı bir reklamcı olan Mazhar Mahmutoğlu olarak bizimle buluşuyor.

Hande Ataizi: Belki de dizinin izlenmesindeki en büyük ana unsur. O zamandaki güzelliği ve seksapeli izleyici ve özellikle de ergen kitleyi ekrana kilitlemeyi başarıyor. Çok doğru bir hamle, pek yerinde bir casting. Giydiriyorlar da beyaz beyaz dekolteleri al sana erotik hayalet. Ama bu kafaya karşıyım gençler. Niye mi? Sonuçta bu kadın İTÜ Tiyatro mezunu. Ve bunu da diziyi izlerken fark edebiliyorsunuz emin olun. Diziye ismini veren Ruhsar olarak karşımıza çıkıyor kendileri.

Hakan Gerçek: Kendisini yanlış hatırlamıyorsam ilk defa bu dizide görmüştüm. Daha sonraları tiyatro oyunlarını da izleme fırsatı buldum. Şu kadar söyleyeyim; Türk komedi dizilerinin tarihindeki en iyi karakter oyuncularından biri. Tiyatroda da öyle kendisi. Saygıyla oturup izliyorsunuz. Dizide de gizli aşkından muzdarip Yılan Kanka Müfit olarak karşımızda.

Mihrace Yekenküluğ: 90'larda sıkça kullanılan bir tabir vardır; "Esmer Bomba". Dilimize pelesenk olmasındaki en önemli etkenlerdendir kendisi. Şöyle de bir güzellik vardır ki oyunculuğu, güzelliğinin önüne geçmeyi başarmıştır. Dizide Mazhar'ın evde kalmış kız kardeşi, Menkıbe Hanım'ın en büyük değnekçisi Firdevs Mahmutoğlu olarak boy gösteriyor.

Mehmet Ulay: Bu dizide bünyemde en büyük etkiyi bırakmış karakter olabilir. Müthiş oyunculuğu geçiyorum, ona zaten diyecek bir sözüm yok. Ama o nasıl bir patronluktur? Kızınca "sefil proleter!" diye bağırması, Che'nin kendisinden bile daha büyük bir solcu olması, sürekli 68 kuşağına yaptığı atıflar, kendisinden izin alınmak için "Dolmabahçe'de 6.Filoyu taşlamaya gidiyoruz" bahaneleri ile insanın gülmekten altına sıçmasını sağlayan büyük patron Önder Bey olarak karşımızda. Generation Ajans sizinle gurur duyuyor Önder Bey!

Pekcan Koşar: Fark ettiyseniz yine çok büyük bir isim. Türk Tiyatrosu için yıllarca emek vermiş bir insandan bahsediyoruz. Ayağa kalkmanız lazım. Ama yine de siz oturun bu seferlik. Rahmetli diziye biraz rötarlı olsa da tam kendinden beklenen bir performansla dahil oluyor. Kendisini mutluluk çubuğu taktırmak için Mersin'den İstanbul'a gelen, Ruhsar'ın biricik babası Gazanfer Bey olarak izliyoruz dizide. İyi ki de izliyoruz!

Ebru Karanfilci: Sanırım kendisi bu dizide hayatının rolünü oynamış oldu. Kanımca son derece yakıştığı kanaatindeyim. Hani bir salak taklidi bu kadar iyi yapılabilir. Ve yine çok önemli bir ayrıntı, bir hanımefendinin komedi oynaması, hele ki hele karatker oyuncusu olarak oynaması çok çok zor bir zanaattir. Ama kendisi Reyhan Dağlarkızı rolüyle bunun altından hakkıyla öyle güzel kalkmıştır ki, hala hafızalarda yer eder, tebessüm ettirir.

Tulu Çizgen: Diziye yapılmış en güzel montelerden biridir. Gani Müjde'nin en formda zamanları sonuçta. Kendisinden böyle bir dokunuş gelmesi pek de yerinde bir hamle olmuştu. Sevgili Tulu Çizgen'i öte tarafın resepsiyon sorumlusu, anaç mı anaç, kocası Saadettin'in ölümünü dört gözle bekleyen Gözüm Abla olarak, bol kahkahalı izliyoruz.

Bu arada hızlanınca da tabi size haberi göstermeyi unuttum. Çok güzel bir siteymiş burası. Buyurun siz de bakın sevimsizler:

http://www.gecmisgazete.com/haber/guzel-hayalet-ruhsar-

Yayın günündeki gazeteden

RUHUNA SAĞLIK RUHSARCIĞIM ÖLMEMİŞ

Dizimiz, Kanal D ekranlarında 7 Şubat 1998 akşamı yayın hayatına başlıyor. İzleyici ve malum kitle olarak çok tutuluyor. Hani şöyle söyleyeyim bu dizinin yayınlandığı günde 2.liği bile yok. O kadar başarılı olmuş yayın hayatında. 5 sezondan 108 bölüm sürüyor dizi. Rating olarak en başarılı yapımlardan biri olabilmiş. Saygı duyulması lazım. Kendi bünyesindeki samimiyeti ile bunu her zaman hak ettiğini düşünmüşümdür. Yazının başında da dediğim gibi son derece sağlam espirileri vardı bu dizinin. Önemli bir noktada konu absürd olduğu için esprilerin de aynı seviyede gitmesi zordur aslında. Ama başarıyorlar gayet güzel.

Dizinin çok çeşitli bir teması olmadı hiçbir zaman. Evlenmek istemeyen Mazhar'ı evlendirmek için her yolu deneyen Menkıbe Hanım ve Ruhsar'ın da her bölümde onların bu çabalarını boşa çıkarması yegane konu oldu. Bu noktada şöyle bir güzellik vardı; o da bu kısır döngüde çıkan tipitip bir yığın karakter. Hani fabrika gibi ürettiler de ürettiler karakterleri adeta. Nikah memuru bile artık başlı başına bir karakter olmuştu dizide. Ayrıca Günyol Bakoğlu, Volkan Girgin, Mehmet Usta gibi isimleri de asla ve asla es geçmemek lazım. Dizinin çehresinde son derece önemli ama hissettirmeden büyük pay sahibi oldular. Hele ki Volkan Girgin'in "popişko bebek bezi" reklamı için bez giymesi çok büyük fedakarlıktır. Biraz bize zulm olsa da o sahneler sonuçta gayet komikti. Ehe.

Bizim kadar tutucu bir ülkede böyle bir dizi çekmek ne denli mantıklı bir iş pek bilemiyorum tabi. Vermek istediğim şöyle bir mesaj var: 90'lardaki özgür ortam. Şu an bu diziyi çektiğinizi düşünsenize. Derin dekolteli bir merhume hortlamış, bol hokus pokus yapıyor, vakti bulunca kocasıyla fış fış kayıkçı oynuyor falan. Kıyamet kopardı herhalde. "KARDEŞLERİM! TELEVİZYONLARDA ÖLÜ KADINLAR KOCALARIYLA..." seslerini duyar gibi oldum da neyse. Sonuç şudur ki bu dizinin çehresi ve ortamı, her geçen gün biraz daha geri gittiğimizin önemli bir göstergelerinden. Hiç boşuna inkar etmeyin yani.

"HOŞ GELDİNİZ MANDELA TEYZE" KIZIM ADIM MENKIBE!

Dizinin introsunu anlatmak istiyorum sizlere biraz. Gerçekten çok efsane bir girişi var hikayeye. Son derece güldürüyor beni şahsen. Özellikle de; "Fakat trikotajla hiçbir ilgisi olmadığı halde, sürekli ağ ören kader, yine ağlarını örmüştü..." kısmı. Ulan trikotajla bunu bağlamanız ne çeşit bir güldürmedir? Bir o kadar da güzeldir. Ruhsar'ın kıskançlığına vurgu yapmak için Mazhar'ın tv izleme pozisyonu da fevkalade saçmadır. Hadi dizinin sanat yönetmeni düşünemedi, kimsenin mi aklına gelmiyor oğlum?
35 metreden 37 ekran TV izleyen Mazhar

İlerleyen bölümlerde Bakkal Muhteşem ve Çırak Muhterem de dizimizde her an göreve hazır, Menkıbe Hanım'ın sadık müttefikleri olarak gözükecekler bize. Onlar da sizi güldürebilir. Dizinin sezonu ilerledikçe Mazhar'ın evinin de değiştiğini göreceksiniz. Başlarda 1+1 olup, banyosu olmayan (gösterilmeyen) ev ileride büyüyecek, dekoru değişecek falan fistan.

Bir önemli ayrıntı da dizi ANS yapımı olduğu için tabi ki Abdullah Oğuz faktörü. Kendisinin yeteneğinden ya da geçmişinden bahsetmeye gerek yok. Ama bu işin arkasında olması, böyle bir dizi için yeterince büyük bir iddia diye düşünüyorum. Öyle de olmuştur zaten.

Değişen sadece ev olmadı pek tabi. Mazhar'ın arabaları, Reyhan'ın salaklık seviyesi, Ruhsar'ın dünyaya gelmesi için önce İstanbul'a yağması gereken yağmurun zamanla dünyanın herhangi bir yerine yağmasının yeterli oluşu gibi değişen baya bir anektod oldu. Şimdiki kepaze oyunculuklara rağmen öyle güzel sanatçılarla çekildi ki bunlar hiç göze batmadı bile. Ben sadece fazla dikkatli bir izleyici olduğumdan (dermişim). Şaka tabi. 100 kere izleyince insan fark ediyor.

Velhasıl kelam, dizi 29 Aralık 2001 itibarı ile ekrandaki serüvenini noktalıyor. Bu diziden sonra Cem Davran'ın muhteşem ama bir o kadar kısa bir projesi olan "Aşk Meydan Savaşı" var. Sıdıka kadrosuyla çekildi siz düşünün. Kötü olması zaten imkansız. Ama işte bu sektörde her zaman her şey olabiliyor sevimsizler. Dizinin Türkiye'de absürd komedinin adım atması, yürümesi, hatta koşması bakımından katkısı çok büyüktür. Ben bu diziyi her kesimden insanın izlemesi taraftarı olmadım hiçbir zaman. Eminim ki bu diziden tadımlık bir şeyler alabilenler de böyle düşüneceklerdir. Bir ufak bilgi daha da vereyim bu diziye konuk olan oyuncuları saysak resmen roman olur. Hepsi de ünlüdür ve bu işe sağlam emek harcayan insanlardır. Böyle Emel Müftüoğlu'nun eski kliplerinde hep bir ünlü oynatma adeti vardır ya hoşluk olsun diye aynen o hesap.

Artık yazının sonlarına geliyorum gençler. Önemli bir nostaljidir kendisi zira. Değinmeden edemezdim. Güzel zamanlarda güzel yapılmış bir iş olarak belleklerde yerini koruyacaktır her zaman. Ama artık yağmurlar kesiliyor, gitmem lazım. Kendinize iyi bakıyorsunuz. Ara çok uzamayacak rahat olun.

Nostaljiyle kalın, hoşçakalın!